YAVAŞ VE TEMPOLARI DÜŞÜK, GERİ DÖNÜŞLER YOK

YAŞAR EYİCE *-İLK ADIM Eğitim-İş Bursa Şube Başkanı Özkan Rona’dan öğrendim: “Kıbrıs'taki seçimi, Siyasal İslam Kaybetti, Laiklik Kazandı!..” Son zamanlarda ne Kuzey Kıbrıs’i ne de siyasi gelişmeleri takip etmedim. Sadece medyadan önceki İçişleri Bakanının, Kıbrıs Türk kesiminde iktidar lehine çalışmalar yaptığını öğrendik. Konuyu ve gelişmeleri en iyisi Özkan Rona’nın açıklamasından öğrenelim… Belirttiğine göre; “AKP’nin Kıbrıs’a siyasal İslam ihraç etme hamlesi, Kıbrıs Anayasa Mahkemesi tarafından reddedildi. Öğrencilerde başörtü tartışması ile başlayıp okulları tarikatlerin kontrolüne geçiren süreç henüz ilk adımında iken (Türkiye' nin geldiği noktayı da görerek) Ktoeos ve KTÖS öncülüğünde yürütülen mücadele ile Kıbrıs Türk Toplumu laiklik hakkını sahiplendi. Laikliğe sahip çıkma temelinde birleşen kamuoyu gücünü de arkasına alan Kıbrıs Anayasa Mahkemesi ise kıyafet tüzük değişikliğini iptal etti. Kıbrıs'ta halk kazandı, Kıbrıs'ta mücadele kazandı, Kıbrıs'ta Laiklik Kazandı! Kıbrıs'ta Atatürk Devrimleri yenilmedi! Kıbrıs 'ı ve Kıbrıs' ın şanlı mücadelesini bir kez daha selamlıyorum.” Son merakım buna! Bakalım bu konuyu kimler ve nasıl ele alacak? Kim kimi silkeleyecek? Seçimler kime yarayacak? Yani soru çok, yanıtları ise bilinmiyor… *- SEVİLEN KADINLAR! Okuyucusu tabiriyle ‘bol’, dilbilgisine göre ‘Çok’ olan bir kadın yazar, ‘Bazı kadınları’ seviyormuş. Bunlar anlatımına göre, 65 yaşını çoktan geride bırakanlar. Bunu öncelikle şu cümlelerle dile getiriyor? Bu soruyu yanıtlamadan önce son satırlara bir göz atalım: “Yaşamla bağını kesmeyen, hayatı, Allah’ın bir zuhuru olduğu için seven, olgun, sevinç dolu, algıları açık, nazik, anlayışlı, dişi, bakımlı, enerji dolu, mızmızlanmayan, ağlamayan, hem çocuksu, hem de güçlü, rengârenk ve gülüşü zengin kadınları seviyorum... Ne olursa olsun ‘Vakit çok geç’ demeyen, hayatı bir şarkı gibi söyleyen, yaşı geçse de ruhu geçmeyen kadınlar... İşte ben bu kadınları seviyorum ve onlar gibi olmaya çalışıyorum…’ *-UMUDUNU YİTİRMEYEN Şimdi bu kadınları tanıyalım, sonra yine devam ederiz: “Yaşları ilerleyip torun torbaya karışsalar bile yiyip içtiğine dikkat eden, pantolonuna uyacak blûzu seçen, saçlarını şarap kızılına yahut plâtin sarısına boyatmakta beis görmeyen, ellerinin üzeri güneşle ve geçen zamanla beneklenip buruşsa da onları özenle kremleyen, cümle sonlarına muzipçe ‘şekerim’ kelimesini ekleyen, hayvanları, çiçekleri ve çocukları sevmekten vazgeçmeyen kadınlar... Umudunu ve şükrünü asla yitirmeyen, yaşa bağlı ağrı ve sızılar yaşasa da bunu belli etmeyen, bu ağrı ve sızıları yaşamın güzelliklerini ve renklerini görmeye engel meseleler saymayan, yaşam deneyimlerini üstüne başına, gözündeki ışıltıya gülüşüne ve etrafa saçtığı pozitif elektriğe yansıtan kadınlar... Tevekkülü her şeye sarmalayıp sade ve doğal bir olgunlukla hayatın getirdiklerini kabullenen ama bir kedi teslimiyetiyle uysalca ve sevinçle yaşayan kadınlar... Onları seviyorum ve onlara baktıkça, yorulup nefeslenmek için oturduğum köşeden dimdik ayağa fırlıyorum.” *- MUTLULUK SAÇANLAR Bana hayatın parlak ve cilâlı kısmını gösteriyor böyle kadınlar. Hayatın her şeye rağmen yaşanılır olduğunu, yaşanmaz olacak kadar zorlayıcı kısımları ise sabır ve metanetle bekleyerek atlatmak gerektiğini, ne olursa olsun can çıkmadan umudun ve koşturmanın bitmeyeceğini ve bitmemesi gerektiğini anlatıyorlar sessiz bir alfabeyle... Yaşı ilerlediği hâlde rimel markası soran, “Pabuçların harikaymış şekerim nerden?” diye sıkıştıran, mutluluk saçan kadınları seviyorum... Vizyonunu hep geniş tutan, tükenmeyen bir merakla etrafı gözlemleyen, ülkeler aşan, insanlara karşı duyarlı ve algıları hep açık, yürürken yere değil, dimdik karşıya bakan, insanların gözlerinin içine bakan, yaşamanın bir sanat olduğunu içine sindirmiş ve tam da bu yüzden yüzü, sürdüğü parlatıcı sebebiyle değil, yaşama olan tutkusu ve temiz kalbi yüzünden ışıl ışıl parlayan kadınları seviyorum... Edasını ve işvesini hiç yitirmeyen, baktıkça insanın içine yaşam enerjisi pompalayan, fularını ayakkabısına uyduran, sabah uyanır uyanmaz günlerden pazar olsa bile kırmızı rujunu sürüp sallantılı küpelerini takan, evin içinde dans edip şarkı söyleyerek dolanan, yeni aldığı pabuçlarını giymek için ertesi günü bekleyemeyip, giyip evin içinde onlarla gezinen kadınları seviyorum. Çünkü bu yaşama olan tutkunun sönmediğinin belirtisi, biliyorum.” Ne güzel anlatım değil mi?ç Ama bir iki noktayı atlamış… Bu anlattıkları için para lazım… Bir de altında araba… Toplu taşıma araçlarına, otobüslere, tramvaylara, metrobüslere binen bu ‘Hayatı yaşayan’ kadınlarımıza, çalışanlar işi gidip gelişlerinde sinirlenip, ‘Evinde otursana be kadın!’ diyenleri de… ‘Biz okuldan, işten dönüyoruz, bu süslü kadınlar gezmekten!’ diyerek, koltuk kapmaca oynayanları da… Hepimiz; ‘uyuyor’, ya da ‘aracın penceresinden duvarları seyredenleri’ biliyor ve görüyoruz. Neden? Öncelikle yaşlı, ya da engelli insanlara,, çoluk çocuk sahibi kadınlara, yaşlılara yer vermemek için akıllarınca böyle bir sahte taktik uyguladıklarını’ bilmiyor muyuz? Aslında biz böyle olamayız, gelenek göreneklerimizden tutun da yaşantımız ve düşüncemiz, yetiştirilmemiz gereği… Ben bazı tipler için ‘Islah olsunlar!’ diyorum… *-SONU BELLİ! Cevriye bir hayat kadınıdır.. Her gün bir veya birkaç̧ adamla birlikte olarak, hayatını kazanmaktadır. Yine böyle bir gün birlikte olduğu adam tarafından çok kötü dövülerek gecenin bir yarısında sokağa atılır. Baygın bir vaziyette kaldırımda yatarken bir adam bunu fark eder ve yardımcı olmak için kaldırmaya çalışır… Cevriye baygındır, her yeri yara bere içindedir, adam Cevriye'yi kucağına alır evine götürür. Adamın evi tek oda ve bir mutfak ve banyolu ufak bir bekâr evidir. Odanın bir köşesinde tek kişilik bir yatak, pencere kenarında küçük bir çalışma masası ve sandalye, masanın üzerinde kitaplar, kalemler bir de daktilo ve kâğıtlar bulunmaktadır... Adam kendi yatağına Cevriye'yi yatırır kendisi de masada uyuklar. Sabah olur adam kalkar bir çorba yapar, eczaneden ilaçla merhem alır, Cevriye'yi kaldırır. Cevriye uyanıp kendine gelir tanımadığı bir adam ve bilmediği bir evde bulmuştur kendini... Adam, ‘lütfen rahat olun, korkmayın!’ der... *- HİÇ GÖRMEDİĞİ GİBİ… Cevriye’yi kötü halde bulup, yardıma koşan adam devam ediyor: “Ben sizi dun gece kaldırımda yatarken buldum, durumunuz iyi değildi alıp evime getirdim. Çorba pişirdim, çorbanızı için, sonrada yaralarınıza merhem sürelim” der. Cevriye birçok erkek tanımıştır. Hiç̧ bir erkek, babası ve erkek kardeşleri dahi kendisine böyle sevecen ve kibar davranmamıştır. Adamdan etkilenmeye başlamıştır. Birkaç̧ gün daha o evde adamla kalmış̧, adam kendisine yemekler pişirmiş̧ yaralarına merhem sürüp ilaçlar içirip iyileşmesini sağlamıştır. *- KENDİ KENDİNE Bir gün adam dışarı çıkmış̧ Cevriye evde kalmıştır. Masanın üzerindeki kitaplara bakar, daktilo ile yazılanları okur, yazılanlar çok hoşuna gider bayağı etkilenir. ‘Bunları o yazmış̧ olmalı, ne kadar duygulu şeyler yazmış̧, ne kadar ince ruhlu birisi’ diye düşünür. Bugüne kadar tanıdığı erkeklerden çok farklı, üstelikte baya yakışıklı ve çekici, diye düşünür. Cevriye içinden kendi kendine, ‘ne o, adama âşık mı oluyorum yoksa?’ der... ‘Âşık olsam da, o da beni sever mi ki?’ der... Böyle düşünceler içinde iken, akşam olmak üzeredir, adam hala gelmemiştir, adamı merak etmeye başlamıştır. Kendi kendine mırıldanarak, ‘ilk defa bir erkeği böyle merak ediyorum, aşk bu mu acaba?’ der... *- TELAŞ İÇİNDE Cevriye bu duygular içinde iken kapı açılır, gelen o adamdır. Telaşlı bir şekilde selam verir, İçeri giren adam, valizini çıkarıp eşyalarını içine koymaya başlar. Cevriye sorar, ‘Ne o acilen, bir yere mi gideceksin? Nedir bu telaşın...’ Adam, ‘Evet gidiyorum, bir daha görüşemeyiz belki’ der... Cevriye, ‘Nereye?’ diye sorar. Adam ‘Çok uzaklara!’ diye cevap verir. Cevriye, ‘Ya ben ne olacağım?’ diye sorar. Adam, ‘Ben bu evin bir aylık kirasını vermiştim, istersen bir ay burada kalabilirsin…’ der... Adam valizini toplamıştır, telaşlı bir şekilde kapıya doğru yönelir Cevriye'ye, ‘Hoşçakal küçüğüm kendine iyi ba!’k der ve kapıdan çıkıp merdivenlerden hızla inerek sokağa çıkar. Cevriye pencereden, adamın arkasından sokaktan kaybolana kadar üzgün gözlerle bakar...” Sevgili okuyucularım, yazının devamını siz gönlünüzden, yüreğimizden geçtiği gibi yazın… İster ‘mutluluk’ verin isterseniz ‘üzüntüyü’ işleyin… Şu anki duygu halinizi kâğıda dökün… Olumlu da olumsuza olabilirsiniz? Sonucu, (yasar.eyice@gmail.com) adresime yazabilirsiniz. Böylece ben de meraktan kurtulmuş olurum. Top sizde!.. *- AKLINIZA GELİR Mİ? Alternatif yazıları bekleme taraftarıydım. Çok güzel sonuçlar alınacağını da biliyordum. Ama dayanamadım ve yazının devamını yazarak, merak gidereyim. Yani daha fazla bekleyemedim. “Cevriye hiç bu kadar kendini yalnız hissetmemiştir, hayatında hiç bir erkek kendisini bu kadar etkilememiştir. Böyle kederler içinde akşam yemeği bile yemeden yatağın içine ağlayarak sabahı zor etmiştir. Cevriye, artık iyileştiğini ait olduğu İstanbul sokaklarına geri dönmesi gerektiğini düşünerek evden çıkar. Tarlabaşı’ndan Taksim'e doğru yürüyüp Emek sinemasın yanındaki kitapçının önünden geçerken, gözü̈ gazete teşhirlerine takılır... Gazetenin birinde o adamın kocaman bir resmini görüp tam sayfa ‘Vatan Haini Nazım Hikmet Rusya'ya firar etti’ yazısını okur ve olduğu yere çöküp kalır…” *- ÖYLE Mİ? Oğuz Kaya, Gazi Mustafa Kemal’in her zamanki, dikkat çekici düzgün haliyle kahve içerken görüntüsüyle birlikte, şunlara yazmış: Kahveyi böyle içeceksin! Böyle giyinip böyle oturacaksın! Birçok savaş kazanacaksın! Yaralar alacaksın! Birçok dil bileceksin! Kitaplar yazacaksın! Onlar da yetmez! Yoktan bir devlet kuracaksın ki; M. Kemal Atatürk olasın!” İyisi mi, boş ver gitsin! Bence hatalı bir sonuç! Çünkü; çocuk ailesini, ustasını, öğretmenini mutlaka geçmelidir. Ne derler, ‘Boynuz kulağı geçer!’ Hepimiz Mustafa Kemal olmalıyız. Yani branşımızda herkesi geçip, ilk sıraya yerleşmeliyiz. Hepimiz böyle durumlarda korkmadan, çekinmeden, gayretli sahaya girip en üstün ve en başarılı olmalıyız… Böylece içimizdeki M. Kemalleri çoğaltmalıyız! Biz, kimseyle aramıza bir mesafe koymayız! Herkes mesafesini kendi ayarlar! İsteyene ‘can’ oluruz, istemeyen kendi bilir! *-İLİŞKİLER! Celal Demir ustaya da kulak verelim: “TV’de öyle programlar izliyoruz ki bazen tüylerimiz diken diken oluyor. Hele sabah kuşağında hangi kanalı açarsanız açın ‘çarpık ilişkileri’ konu alan programlar… Meğerse, ülkemizde aile bireylerinin, ailelerin yakınlarının tamamı çarpık bir ilişki içindeymiş!.. Bu programların tamamında aldatma, çıkarlar doğrultusunda birbirini kazıklama ön sırada yer alıyor. Sanırsınız ki; ülkemizde düzgün tek bir aile yok. Oysa bu ülkeyi yıllardır ayakta tutan düzgün Türk aile yapısıdır. *- BAŞTAN SONA… İddia ediyoruz, Türkiye’nin yıllardır yaşadığı acıların yarısını herhangi bir Avrupa ülkesi yaşasaydı belini doğrultamazdı. Televizyonlarımızın sorumluları, sırf reyting uğruna bazı ailelerin kendi içlerinde yaşadıkları özel sorunları ekrana taşımaları başından sonuna kadar yanlıştır. Bunları ‘ibretlik olaylar!’ adı altında ekrana getiren televizyon kanalları o kadar yanlış bir iş yapıyorlar ki; bu ‘ibretlik olaylar!’ ne yazık ki artık normal bir olay haline gelmiştir. Özellikle sabah kuşağında, bu programlarda reyting kaygısı bir kenara bırakılmalı ve kadınların eğitimine ağırlık verilmelidir. Bu programları, sabah kuşağında, okul öncesi çocuklar da anneleri ile birlikte izliyorlar. Eğer bu ülkenin temel taşı olan aileye biraz saygınız varsa, bu seviyesiz programlara bir düzen getirin, bunu da beceremiyorsanız yayından kaldırın…” Büyük Usta Celal Demir’in gündeme getirdiği bu önemli olay umarım artık ilgili ve yetkililer tarafından ele alınır ve sonuca gidilir. Aklı başında herkes ‘Yeter!’ artık diyor, bunu da unatmamalıyız… *-

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

BAŞIMIZ SAĞ OLSUN! ACIM BÜYÜK! BOLU'DAKİ OTEL YANGININDA 66 İNSANIMIZI KAYBETTİK

KİTAPLARIN ANLATAMADIĞINI ANLATIYOR

NASIL OLUR, AKHİSAR YAĞI , AYVALIK YAĞINDAN PAHALI OLUR? İŞTE YANITI!