SÜLEYMAN DEMİREL'E İKRAM YEMEĞİ ONDAN ÖNCE YİYORDUM

YAŞAR EYİCE *- YAŞAMIN ÖZENLİ TANIĞI Tahminen dört ay önce randevusunu aldığın İzmir Dokuzeylül Üniversitesi Hastanesi’ne ultrason çekimimden dönerken, Narlıdere’de çok eski dost ve meslektaşım Alaattin Gürırmak’a rastladım. Bir yerde oturduk. Eşiyle birlikte arızalı telefonunu yaptırabilmek için çarşıya çıkmışlar. Kaç yıl önce, Bornova’da yapılan nikahlarına yetişebilmek için nasıl kan ter içinde kaldığımı anımsadım. Süleyman Demirel Başbakan iken kendisiyle çıktığım Anadolu seçim turunda yolumuz Kütahya’ya düşmüştü. Simavlı Alaattin Gürırmak da, yerel muhabir olarak Demirel’in fotoğraflarını çekmekle görevlendirilmiş. Bir yaylada öğle yemeği verilmişti. Önceki günlerde, ‘Sayın Başbakanım, ben sizin yüzünüzden aç kalıyorum!’ demiştim. Süleyman Demirel de, ‘Neden Eyice?’ diye sorduğunda, ‘Servis önce size ve parti protokolüne yapılıyor. Bize tam sıra geldiğinde siz program gereği kalkınca birlikte yola çıkıyoruz, Yani aç kalıyoruz! Karnımızı doyuracak bir yer bulmak da imkansız hep yanınızdayız!’ demiştim. Bunun üzerine, ‘Bundan sonra sen benim yanımda otur!’ deyince, bir yanına İl ve ilçe başkanını, diğer yanına da beni oturtuyordu…’ İşte Kütahya’nın tepelerinde öğle yemeğinde de, ben yine Başbakan Süleyman Demirel’in bitişiğinde oturuyordum. Yine her zamanki gibi, kendisine ilk getirilen yemeği benim önüme sürerek, ‘Buyur’ demişti. Sonradan Alaattin Gürırmak, İzmir’deki bölge gazetelerinde ‘Foto Muhabiri- serbest gazeteci’ olarak çalışırken, o yemek gününü anımsattı. Gürırmak, “Kütahya’da herkes birbirine soruyordu, ‘Başbakanın yanında oturan kim?’ diye… Öyle ki, il ve ilçe başkanları da tanımıyordu. Milletvekili değil, partinin önemli isimlerinden biri kim?’ diye seni soruyorlardı…” demişti. Nereden bilsinler, ‘Senin yüzünden aç kalıyorum!’ dediğim Başbakan Süleyman Demirel tarafından ‘Yanımdan ayrılma!’ diye bana yol gösterdiğini. Bu arada, Süleyman Demirel’in şu sözünü anımsatayım: ‘Aç ve açıkta olan bizden değildir!’ derdi. İftiharla söyleyeyim: Hani hep ‘Demirel’in adamı!’, ya da ‘Demirel’in yakını’ falan filan diye tanıtılan ya da kendine paye veren ünlü yazarlar vardı ya, hiçbirisi benim gibi dibinde değildi. Ama ben ‘Hasta İzmirli’ olduğum için, sadece yurt içi seyahatlerinde yanında oluyordum, ne partinin muhabiriydim, ne kendisinin, ne de Parlamento muhabiri değildim… Ve hiçbir gün, böyle samimi olduğum, aramızda sadece ‘güven’ olan liderlerin hiçbirine, çoğunluk gibi ‘Sendenim, oyumu sana veriyorum vs’ demedim, demem de… Devlet Bakanlığının dışında, çeşitli bakanlıklarda bulunan rahmetli Işılay Saygın’ın yıllarca danışmanlığını yapıp, konuşma metinlerini hazırlarken, makam arabasında nelere tanık oldum. İnsanların nasıl ikili oynadıklarına, dışarıda başka konuştuklarını, bakanın yanında başka konuşmalarına… Çok özel olmayanları, isim vermeden ama tarifimden anlayanların çıkarabilecekleri kişileri arada nakletmeye çalışırım. *-BEYAZ GÖMLEK İşte sevgili okuyucularım, Narlıdere’de tesadüfen karşılaştığım Gazeteci Alaattin Gürırmak, bana son eseri ‘İzmir’de bir Foto Muhabirinin anıları- Gazetecilikte Beyaz Gömlek!’ kitabını imzalayarak hediye etti. Bu arada 106 sayfalık kitabının, 68’nci sayfasını açarak Polis Muhabiri Nuri Bilim’le birlikte çektirdiğimiz fotoğrafı gösterdi. Alaattin Gürırmak bildiğim kadarıyla Simav kültürüne beş, İzmir kültürüne de beş değerli kitap armağanı bulunuyor. Çeşitli meslek ve fotoğrafçılık ödülleri bulunuyor sevgili kardeşim, gerçek meslektaşım Alaattin Gürırmak’ın… Yine anımsadığım kadarıyla, Ödemiş- Beydağ- Kiraz- Salihli yöresindeki binlerce ‘Kestane ağaçlarını’ ele alan ve bunların değerlendirilmesi için adeta akademik bir kitap yazmıştı. Hatta o gerçek eseri okumuş ve köşemde değerlendirmeye çalışmıştım. O zamanlar birkaç kişi çıktı, ‘Evet’ dedi, bu ağaçların aşılanarak Türk ekonomisine büyük katkı sağlayacağını bilimsel toplantılarda açıkladılar. Sonuç mu? Sıfır elde var sıfır… Belki bu işten büyük paralar kazananlar, çalışmalara ‘taş koydular!’ Bakın bunu şimdi anımsadım, keşke Alaattin Gürırmak’a, Başbakan Süleyman Demirel’in bana ‘Neden?’ sorusunu sorduğu gibi ben de ‘Neden?’ diye sorup konuyu açsaydım. Şimdi üzüldüm işte… Yaşamın özenli tanığı Alaattin Gürırmak ile sağlıklı günlerde görüşmek üzere ayrıldık. *- ÇOCUKLARINI KISKANIYORMUŞ Sizce yalan mı, bilemiyorum! Soru şu; Adı verilen bir Japon, 20 yıl eşiyle bir kelime konuşmamış. 20 yılın sonunda, çocuklarının ısrarı ile konuşmaya başlamış! Nedeni soruluyor, meraklılara… Hatta kolaylık olsun diye dört tane, birisi doğru şık da eklenmiş… Araştırıp zaman kaybetmenizi önlemek için önce doğru yanıtı vereyim: ‘Çocuklarını kıskandığı için!’ Ben, ‘Gelinin’ yani ‘eşinin’ kayınvalidesinin elini öpmediği için olabileceğini düşünmüştüm. Japonların, bizde de daha fazla eskiye ve geleneklere bağlı olduklarını bildiğim için aklıma bu geldi. İnsan çocuklarını kıskanır mı? Bunun için yıllarca, 20 yıl karısıyla tek kelime konuşmaz mı? İlginç olay olarak ansiklopedik bilgi mi olur? ‘Gel sinemaya, tiyatroya, eğlenceye, yemeğe gidelim?’ ifadelerini nasıl kullanıyordu. Dilsiz alfabesini mi öğrenmiştiler?... Banim bu anlatılan, yazılanlara da aklım almıyor… Ama tanık olduğum bir olayı anlatayım: Hastanenin ‘yataklı’ servisinde iki genç asistan doktor konuşuyordu; Biri diğerine yakınarak şunu anlattı: ‘Bir baktım, bir hasta refakatçısı, yatalak hastaya ilaç veriyor. ‘Ne yapıyorsun?’ diye telaşlanarak sordum. Şu yanıtı verdi: ‘Siz doktorların vermediği ilaçları ben veriyorum!’ Hasta yakını ve servislerde yatanlar bilir; Muayene ve tetkikler sonucu, hastanın durumuna göre, hangi ilaçları, hangi dozda kullanacaklarını hekimler, yani doktorlar karar verir, uygulamaları için yardımcıları hemşirelere söylerler. Bu ilaçlar, dozlarıyla hastanenin eczanesinden temin edilir ve kullanılma zamanı ve nasıl alınması gerektiği belirtilerek uygulanır. Yani bazen, önceki ilaçlar iptal edilir. Bu iptal olayı geçenlerde benim de başıma geldi. Bir ilaç vücudumda döküntülere neden olmuştu. Sanki ‘kızamık döküyor’ gibi olmuştu, tüm anatomik yapım… Bu tedavinin en az üç hafta süreceği açıklandı, ama bu konuda tam sağlığıma kavuşmam neredeyse üç ayımı almıştı. Sonuç, kafamızdan iş yapmayalım… Bir zamanlar, ‘Asacaksın bu doktorları!’ diye iki hafta kadar süren bir dizi yazı hazırlamıştım. Bir profesörün kitabından esinlenerek konuyu ele almıştım. Her dalın hocası ile konuşmuş, ilginç anılarını ele almıştım. Çok enteresan hikâyelere, fıkralara, gülmecelere konu olacak bir dizi ortaya çıkmıştı. *-TERLER İÇİNDE Anaokuluna giden bir çocuk zorlukla çizmelerini giymeye çalışıyordu. Baktı ki giyemeyecek öğretmeninden yardım istedi. Öğretmeni, iterek, basarak, bastırarak çabaladı. Alnından terler akarken, çocuğa ayakkabılarını giydirdi. Çocuk ‘Olmadı, ters giydirdin!’ dedi. Bayılacak duruma gelen öğretmen, baktı ki, çocuğun dedikleri doğru. Ayakkabılarını çıkardı, aynı çabayı göstererek doğru şekilde giydirdi. ‘Bu ayakkabılar, benim değil öğretmenim!’ dedi, çocuk. Öğretmen bağırarak, ‘Neden bunu bana daha önce söylemedin’ diye çıkıştı. Dudaklarını ısırarak, aynı çabayı göstererek, ayakkabıları çıkardı. Derin bir ‘ohh!’ çekmek üzereyken çocuk yine konuştu: ‘Öğretmenim, bunlar benim değil ama kardeşimin, annem bunları benim bu günlük giyebileceğimi söyledi…’ Öğretmen ne yapacağını bilemedi! Ağlasın mı, gülsün mü? Ancak sabırlı olmayı başardı. Aynı çaba ile tekrar çizmeleri (ayakkabıları) çocuğa giydirdi. Zar zor bu işi bitirdikten sonra çocuğa sordu; ‘Eldivenlerin nerede yavrum, dışarısı çok soğuk!’ Çocuk ona baktı ve ‘Öğretmenim, kaybolmasın diye eldivenlerimi çizmenin içine koydum!’ Sonuç: Okullar açıldı ve günler geçiyor. Öğretmenlerimizin hakkı yenmez… Ama nedense bir türlü sorunlarının üzerine gidilmiyor, kesin çözümlü örnekler bulunsun, uygulansın Hepimizin düşüncesi böyle, sanırım. *- GELEN GİDEN OLMAYINCA Yıl 1943… Genç Mustafa'nın tayini kütüphaneci olarak Ürgüp Tahsin Ağa Kütüphanesi'ne çıkar. Devlet memurluğu o dönemde süper bir şey, çünkü özel sektör falan yok. Bizimki kütüphanede heyecanla okurları bekler; bir gün olur, beş gün olur, gelen giden yok. Etraftakilerle konuşur, herkese anlatır: ‘Bakın kütüphane bomboş duruyor, gelin kitap okuyun!’ Gelen giden olmaz. Amirlerine durumu bildirir. - Kardeşim otur oturduğun yerde, maaşını düzenli alıyon mu, almıyon mu? - Alıyorum. - Eee, o zaman ne karıştırıyon ortalığı, gelen giden olsa maaşın mı artacak? Başına daha fazla bela alacan, o kütüphaneye yıllardır kimse gelmez zaten. 23 yaşındaki genç memur, ‘Ne yapayım, ne yapayım?’ diye düşünür durur. Sonunda aklına bir fikir gelir, eşine söyler. *- DELİ MİSİN? Eşi önce ‘Deli misin bey?’ der, ama kocasının bir şeyler üretme, işe yarama çabasını yakından görünce fikri kabullenir. O dönem devletteki amirlerinin çıkardığı tüm engellerin tek tek, bin bir güçlükle üstesinden gelir. Çünkü o zaman da şimdiki gibi, ‘Aman bir şey yapmayalım da başımıza bir iş gelmesin. Çalışsan da aynı maaş, çalışmasan da’ zihniyeti var. O bıyıklı, kravatlı, asık yüzlü, sigara kokan, ülkesine gram faydası olmayanları zorlukla ikna eder ve bir eşek alır. İki tane de sandık yaptırır. İki sandığa, kalınlığına göre 180-200 kitap sığar. Sandıkların üstüne ‘Kitap İdare Sandığı’ yazar. Kitapları eşeğe yükler ve köy köy gezmeye başlar. Kütüphaneye de bir yazı asar: ‘Sadece Pazartesi ve Cuma günleri açıyoruz.’ *- ‘OKUYUP, DEĞİŞİN!’ Köydeki çocuklar şaşırır. Eşeğe bir sürü kitap yüklemiş bir amca, o gariban çocukların küçücük ellerine kitapları verir. ‘Çocuklar bunları okuyun, aranızda da değişin. On beş gün sonra aynı gün gelip alacağım. Aman yıpratmayın, diğer köylerdeki arkadaşlarınız da okuyacak’ der. Mustafa artık Ürgüp'teki kütüphanede bir iki gün durmakta, diğer günler eşeği Yüksel'le köy köy gezmektedir. Köylerdeki çocuklar Eşekli Kütüphaneciyi her seferinde alkışlarla karşılarlar. Kalpleri küt küt atar heyecandan, sevinç içinde yeni kitapları beklerler. Mustafa Amca'nın ünü etrafa yayılır. Diğer devlet memurları makam odalarında sıcak sıcak oturup iş yapmazken, ‘Mustafa'nın eşeği Yüksel’ yediği otu, hepsinden fazla hak etmektedir. Zamanla insanlar kütüphaneye de gelmeye başlar. *- İLK SPONSORLUK Mustafa bakar ki kütüphaneye kadınlar hiç gelmiyor. Z. ve S’e (Ünlü firmalar) mektup yazar: ‘Bana dikiş makinesi yollayın, firmanızın adını kütüphanenin girişine kocaman yazayım’ der. Z’nit dokuz tane, S’ger bir tane dikiş makinesi yollar (ilk sponsorluk faaliyeti). Salı günlerini kadınlar günü yapar. Kumaşı alan kadın kütüphaneye koşar. On makine yetmediği için sıra oluşur. Sırada bekleyen kadınların eline birer kitap verir, beklerken okusunlar diye. *- EMEKLİ EDERLER Okuma-yazma oranının düşüklüğünü görünce halkevlerine okuma yazma kursları vermeye gider. Halıcılık kursları başlatır, bölgede halıcılığı canlandırır. Bu arada valilik Mustafa hakkında dava açar, ‘Kendi görev tanımı dışında davranıyor’ diye. 50 yaşına gelen Mustafa Amca baskıyla emekli edilir. Mustafa Amca köylüler arasında efsane olur, yıllar geçtikçe köylerdeki çocuklarda okuma aşkı yerleşir. 2005 yılında Mustafa Amca vefat eder. Tüm Kapadokya çok üzülür, aralarında toplanırlar. Ürgüp'e ‘Eşekli Kütüphaneci’ Mustafa Güzelgöz ve eşeğinin heykelini dikerler… *-

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

BAŞIMIZ SAĞ OLSUN! ACIM BÜYÜK! BOLU'DAKİ OTEL YANGININDA 66 İNSANIMIZI KAYBETTİK

KİTAPLARIN ANLATAMADIĞINI ANLATIYOR

NASIL OLUR, AKHİSAR YAĞI , AYVALIK YAĞINDAN PAHALI OLUR? İŞTE YANITI!