MÜDÜRÜM, ŞAİR- YAZAR ATTİLA İLHAN'DAN ÖĞRENMİŞTİM

YAŞAR EYİCE *- DOĞRUYU BULMAK Bozuk saat bile günde iki kez doğruyu gösterir. Ben de, mümkün olduğunca doğruları yazmaya çalışıyorum. Ama önceki yazımda ‘yanlış’ yaptığımı, ‘İzmir’de bir foto muhabirinin anıları’nı, ‘Gazetecilikte Beyaz Gömlek’ eserini okurken fark ettim. İzmir’in Narlıdere ilçesinde tesadüfen meslektaşım, eskimeyen dost Alaattin Gürırmak ile kısa sohbetimi ve bir anımı paylaştıktan sonra öğrendim. Meğer yıllardır ‘Alaattin’ dediğimiz Foto Muhabiri arkadaşımızın gerçek adı, kitabının kapağının tam da üstünde bize göz kırpıyormuş; ‘Alahattin Gürırmak!’ Ama ‘Alahattin Gürırmak’ hiçbir zaman yanlışımızı yüzümüze vurmadı. Bana bu isim yanlışlığı iki şeyi anımsattı: Birincisi, ilk genel yayın müdürüm şair yazar ‘Kaptan’ Attila İlhan’ı… Kesinlikle ve kesinlikle bu ‘büyük düşünürümüz’ daha Atatürk Lisesi’nde okurken cezaevi ile tanışan Şair- Gazeteci ‘Attila İlhan’, adının yanlış, örneğin ‘Atilla’ diye yazılmasına büyük tepki gösterirdi, ama kibarca… Günde sadece bir çay içen, Karşıyaka’dan Konak’taki çalıştığımız ‘Demokrat İzmir’ Gazetesine gelirken, mutlaka ‘Pasaport’ iskelesinde iner, ‘Cumhuriyet Meydanın’da, Büyük Efes Oteli’nin karşısındaki Atatürk heykelinin olduğu yerde) yürüyerek gelirdi. Bu şaşmazdı. *- HESAP ATTİLA İLHAN’DAN Belki de yaşamında ilk kez, ‘gündüz spor, akşamları gece muhabiri’ olarak çalıştığım yıllarda, ‘Amerikalıların Aya ayak bastığı’ 1970 yılına doğru, o akşam, sayfa düzenini yapacak Erdoğan Özer ile ben Yaşar Eyice’yi alarak, Kemeraltı girişindeki ‘Bodrum Lokantası’na götürüp yüklüce hesabı ödemişti. Bu arada yine iftiharla belirteyim: İlk şiir kitabının siyah- beyaz kapak fotoğrafını da ‘Praktica’mla bana çektirmişti. Halbuki gazetemizde çok ünlü ve Alahattin Gürırmak gibi çok usta foto muhabirleri vardı. Tercih nedenini anlayamadım… Herhalde Attila İlhan Usta’dan öğrendiğim için, sonraki yıllarda, çalıştığım gazetede, staj yapmak ya da mesaimize katılmak isteyenleri işe alırken kısa görüşmemizde şöyle derdim: ‘Bizim mesleğimizde en önemli noktalardan biri, görüştüğümüz kişinin isim ve soyadı ile sıfatını mutlaka doğru yazmaktır. Bunun en kolayı da, özellikle Avrupa ülkelerinde gördüğümüz gibi, ya kartvizitini alacaksınız, ya da eline kağıt kalem uzatarak, yazmasını rica edeceksiniz…’ Bu konu çok önemli… *- NUMARASINI AL! Attila İlhan’dan kaptığım bu önemli noktayı, bir de Fransız Haber Ajansı’nın Türkiye temsilcisi Bay Fümeli’de görmüştüm. İzmir ve Ege’de Fransızlarla ilgili bir haber yardımı istediğinde bana şöyle derdi: ‘İsmi mutlaka pasaportunda yazdığı gibi gönder. Hatta Pasaportun numarasını da!...’ Bir gün gece muhabiri idim… Muğla- Aydın yolunda ölümlü bir trafik kazası olmuştu. Ajans ya da muhabirimiz ismi (Soyadını) yanlış almıştı. O zamanlar Altınordu’nun kardeş iki ünlü futbolcusu vardı. Spor muhabirliği de yaptığımdan, hemen aklıma bu kardeş futbolcular geldi. Sayfayı değiştirip, şehir baskısına, ‘İzmir’in milli kaybı!’ diye gerçek ismiyle ve sadece bizde bu kaza haberini koymuştum. Tabii Genel Yayın Müdürüm Güngör Mengi ve patronum Dinç Bilgin’den ‘aferin’ almıştım. Foto Muhabiri ‘Alahattin Gürırmak’ tan gerçek isminden nerelere geldik. Yine arada sözüne ettiğim noktaya geleyim: *- ÜÇ NOKTA İşe girecek, müstakbel meslektaşıma, ‘şimdi sana söyleyeceklerimi yazar mısın, sakın heyecanlanma, az önceki sohbetimizde konuştuklarımızı hatırla, çekinme, bana istediğini sorabilirsin?’ derdim. Bakalım sizi de işe alacak mıyım? Yazının içinde üç püf nokta var… Başlayalım: ‘Ben Yaşar Eyice, Bornova’dan İzmir’e yalnız başıma giderken, yanlış yaptığımı anladığım ve hemen geriye döndüm…’ İşte imtihan bu kadar… Buradaki önemli noktalar şunlar: Birincisi soyadım… Çoğu kişi, ısrarlı anlatmama ve üzerinde durmama rağmen, ‘Eyice’ yerine ya ‘İyice’, ‘Eğice’, gibi kendince, bir zamanların nüfus memuru gibi soyadı üretiyordu. Birinci yanlış buydu… İkincisi; ‘Yalın ayaktan’ gelir… Gazeteci adayı, ‘Yalnız’ sözcüğünün yerine ‘yalnız’ yazabiliyordu. Sohbetimizde, yurt dışındaki gazetelerden, isimlerinin önünde ‘Dr.’ Sıfatı olanların masasında mutlaka bir sözlük olduğunu buna şüpheye düştükleri sözcükleri kullanırken baktıklarını da anlatmıştım. Üçüncü püf nokta ise ‘yanlış’ sözcüğü idi… Bunda da birçok kişinin ‘yanlışı’ oluyordu, göbekteki harfler yer değiştiriyordu… Bunun hatası bizlerde mi, öğretmenlerimiz ya da eğitmenlerimiz veya ailemiz, yetiştiğimiz çevre mi? Bir türlü nedenini öğrenemedim… *- ÖYLE YA DA BÖYLE! Adayın elindeki kağıdı aldığımda bu üç sözcüğün altını çiziyor, ‘Kazandın, ya da kazanamadın!’ diyordum. Ama kendimce bir istek bir cevher görürsem, yine de ‘stajyer’ olarak, bir serviste çalışmasına sağlamaya çalışıyordum. Gerisi, aynen ‘Alahattin Gürırmak’ın yaşantısında olduğu gibi… Ya tırnaklarıyla, çabalarıyla bir yerlere gelmeye çalışacak… Ya da bir torpillinin altında ezilecekti… Hayalleri, düşleri ya bir noktada şansının da yaveriyle oluşacaktı. Ya da, patronların, üst yöneticilerin çoluk çocukları, sevgilileri, şoförleri hayalinde olan ‘Sarı Basın Kartını’ mukavele yaparak ‘212’li olarak oturduğu yerden ‘gazeteci’ sıfatını alırken, o gerçek haberci olarak, bir noktada ‘ezik’ olarak sırtında ağır çantası, elinde ucuz fotoğraf makinası ile haber peşinde koşacaktı, bir lokma ekmeğe… Bu yazdıklarım maalesef gerçek habercilerin çilesinden küçük bir nokta… Şimdi bu da yok! ‘Sarı basın’ derler ya ‘sahtekârlığa’, ‘Sarı patronların’ çokluğu da her zaman oluyor… Dışarıdan göründüklerine aldanmayın… Adını yazmasını bilmeyenler, maalesef ‘usta- duayen’ olarak kendilerini öyle anlatıyorlar, uyduruyorlar ki şimdi size bir dünya sahtekarını, hırsızını, ülkesini soyanı, dolandıranı anlatacağım, bunun gibi bir şey işte… Bu hırsızı, Marcosları tüm dünya bilir ama ben yine de yazıp, hatırlatayım, Yeliz Koray da konuyu hatırlatanlardan… *- ÖNCE ÖZETİ Marcos ailesi ülkeden kaçıp gittiğinde 24 çanta külçe altın, hatırı sayılır miktarda elmas ve parayı da beraberinde götürdü. İsviçre ve Amerika bankalarında milyar dolarlık hesapları bulundu. Toplam servetlerinin ise en az 10 milyar dolar olduğu hesaplandı. Filipin halkı ağır sefalet koşullarında yaşarken Marcos ailesi devlet kaynaklarını yağmalayarak lüks ve ihtişam içerisinde yaşadı.,, *- MAĞDURİYETİ KULLANDI 1917’de doğdu, hukuk fakültesini bitirdi. Babasına rakip olacağını düşündüğü bir siyasetçiyi öldürdüğü iddiasıyla 1 yıl hapis yattı. İşte bu onun dönüm noktası oldu. Hayatı boyunca bu mağduriyeti kullanarak yükseldi. Baktı ki mağdur edebiyatı ‘kıyak’ iş, Japonlara esir düşüp sağ kurtulmayı başardığını anlattı bu kez. Hem mağdur hem kahraman! Bu yalanı sonra ortaya çıksa da işleri bozulmadı. Devlet başkanı oldu. Etiketinin karizmasıyla ‘güzellik kraliçesi seçilen’ bir kadınla evlendi. İkisi de lükse düşkündü. Halk yoksulluktan kırılırken o sadece kendini ve özel yakınlarını düşündü. Muhaliflerin ‘millet aç!’ eleştirilerinin gölgesinde seçime girdi. Ezici çoğunlukla yine kazanınca iyice azdı ve kimseyi takmaz oldu. Hesapsız yaşantısını büyük ihtişam ve lüks içinde geçirmeyi sürdürdü. Çok sevdiği bir dağın, sırf manzarasını seyretmek için üç katlı görkemli bir bina bile yaptırdı. *- ŞATAFAT İÇİNDE Eşi de en az onun kadar şatafat içindeydi. Özellikle ayakkabı hastalığı vardı. Şimdi ülkede sergilenen 3 bin çift ayakkabısı ve mücevher tutkusundan dolayı hatırı sayılır bir koleksiyonu vardı. Ülkenin ekonomisi çökmüş, halk evlerinden bile olup parklarda yatmaya başlamıştı ki bir seçim dönemi daha geldi. Seçmen kitlesi fakirlerdi. Onlara sürekli ülkenin büyüdüğünden, çok yakında dünyaya hakim olacaklarından bahsetti. Yine seçimi kazandı. Hemen sıkıyönetim ilan etti. Uzun süre ülkeyi bu şekilde yönetti. *- ALTINLARLA KAÇTI Güzellik kraliçesi eşi zenginliğin nimetlerinden sıkılmış olacak ki çalışmaya karar verdi. Kendisini önce Başkent Valiliğine, sonra da Çevre Bakanlığı’na atadı, bununla da yetinmedi, ülkenin en stratejik kademelerine kardeşlerini, amcalarını, yeğenlerini, kuzenlerini yerleştirdi. O artık bir devlet başkanı değil, diktatördü ve tüm yaşananları yazlık ya da dağ manzaralı sarayında izliyor, servetine servet katıyordu… Yıllarca böyle idare etti ülkesini Son seçimde kaybetti ama yaptığı hilelerle yeniden başkanlığını ilan etti. Muhalefetin gücünden korkarak, orduya sığındı, iç çatışmalar çıkınca, ‘Yardım istediği’ Amerika da desteğini çekti Seçimlerde hile yaptığı ortaya çıktı. Hazırlıklıydı; özel uçağına atlayıp kaçmak zorunda kaldı. Yanına, 24 çanta içinde külçe altın, elmas ve paraları ile İsviçre ve Amerika bankalarındaki milyon dolarlık hesap cüzdanlarını aldı. O gittikten sonra Marcos ailesinin Filipinler ekonomisini milyarlarca dolar zarara uğrattığı, halkın varlık içinde yokluk çektiği anlaşıldı. Öyle ki Filipinler, hala Ferdinand Marcos ve ailesinin borçlarını ödüyor… Ne kadar saklanırsa saklansın, sonunda ‘acı’ da olsa gerçekler ortaya çıkıyor. Aklımıza Türk atasözü geliyor: ‘Güvendiğin dağlara kar yağar!’ Sakın hiç kimse ağasına, paşasına, güvenmesin… Dolandırıcı, sahtekâr, hırsız, namussuzsa ne kadar malına mülküne, yakınlarına güvenirse güvensin, gerçek ortaya çıkar, saklanamaz. *- ACABA NE OLDU? Kore Gazisi Çavuş Mehmet Aziz Erkmen'in merak ettiği bir konu var. Olay çok yıllar önce geçmiş, ama gençliğindeki üzücü olay halâ Kore Gazisi Çavuş Mehmet Aziz Erkmen'in aklından çıkmıyor. Konuyu, Kore Gazisi Çavuş Mehmet Aziz Erkmen'in ağzından ve kaleminden öğrenelim: “Ölen bir Amerikan askerinin bütün özel eşyaları, saati, traş takımı, traş fırçası, diş fırçası gibi nesi varsa el torbasına koyularak ailesine gönderildi. Mehmet adında bir arkadaşımız vardı. Tam olarak hatırlayamıyorum soyadı Ertürk veya Şentürk’tü. İzmir Torbalı kazasının bir köyündenmiş. Babası olmadığını, yaşlı bir anacığının olduğunu, çok yoksul olduklarını, yazın tarlalarda yevmiyeci olarak çalışıp geçimlerini sağladıklarını anlatırdı. Kore’de, ayda verilen 5 dolar maaşın bir sentini harcamazdı. Sigara içmediğinden, aldığı günlük sigarasını da Korelilere satar para biriktirirdi. Ayrıca Türkiye’de 5 Amerikan doları ile (62) altmış iki kuruş er maaşı da adına banka hesabına yatıyordu. Vatana dönüşte ufak bir tarla, bir de inek alacağını, tarlayı sürüp ekerek nafakalarını sağlayarak, anacığını rahat ettireceğini anlatırdı. Bir gün yine her zamanki gibi arkadaşlar göreve gittiler döndüklerinde Mehmed’in keskin virajı dönemeyerek, aracının devrildiğini ve başının ezildiğini söylediler. Daha sonra sıhhiyeler gelerek, Mehmed’in naaş’ını götürdüklerini anlattılar. Çok üzüldük. Gelecek hakkındaki hayaller, tükenen bir nefes gibi yaad ellerde son buldu. Acaba biriktirmek istediği o birkaç dolar, tek oğlunu yaban ellerde kaybetmiş olan o yaşlı, yoksul anacığına ulaştı mı? Bunu hep merak etmişimdir…” Kore Gazisi Çavuş Mehmet Aziz Erkmen'in bu merakı, şimdi beni de hem üzdü, hem de meraklandırdı, ‘Acaba ne oldu?’ diyorum. Büyük ihtimalle Mehmed’in annesi de vefat etmiştir. Acaba Kore’den gelen haber onu nasıl etkiledi? Bornova Küçükpark’ta, mafel’in hemen yanındaki ara sokakta evleri olan rahmetli arkadaşım Feyzullah’ın ağabeyi de Kore’de, Amerikalılar için şehit olmuştu. Annesi haberi alınca şok geçirmiş, konuşamaz hale gelmişti. Dedim ya, acaba yine Kore şehidimiz Torbalılı Mehmed’in annesi ne oldu? Bırakın üç beş kuruşu, acaba oğlunun ölüm haberini nasıl karşıladı. Şimdi olduğu gibi evlerine büyük Türk Bayrakları asıldı mı? *- SAKIN İNANMAYIN Mehmet Çalık Tozbey paylaşmış… ‘İslâm sanki, yalnız bize mi geldi?..’ başlıklı yazının yazarı ise Salih Şen… Konuyu değerlendirmek ve yorumunu yapmak size kalıyor. İnançlı birisi olarak bu konuda konuşmak istemiyorum. Salih Şen yazıyor: “En son model ve en pahalı milyon dolarlık otomobillere binenler, ‘devenin faziletlerini’ anlatıyor.. İnandın mı? Kahvaltıda bile havyar yiyen, senin rüyanda dahi göremeyeceğin yiyecekleri zor beğenenler, ‘çörek otunun şifasını’ anlatıyor.. İnandın mı? İtalya'dan, Fransa'dan senin hayalinden bile geçmeyecek fiyatlarla marka giyenler, ‘hırkayı’ anlatıyor.. İnandın mı? Senin önünden bile geçemeyeceğin, Köşklerde, Dubleks Villalarda, Triplekslerde oturanlar, ‘kerpiç evini’ anlatıyor… İnandın mı? Hastalanınca Amerikan Hastaneleri'nde tedavi olan Vip hastanelere milyonlar harcayabilen ya da tüm imkânları kullananlar, ‘hacamatın faydalarını’ anlatıyor… la ABD vatandaşlığı almak için kuyrukta bekleyen, hanımlarını, gelinlerini, kızlarını Amerika'da doğum yaptıran, ve torunlarının tamamının Amerikan vatandaşı olmasıyla övünenler, ‘korunmuş şehirleri ve kutsallığını’ anlatıyor… İnandın mı?’ Burada bir açıklama yapayım; Rahmetli annem de, hep ‘İzmir’ için ‘korunmuş şehir!’ derdi. Aklım pek ermezdi, ama söylediklerini anımsıyorum. Ama burada ‘Korunmuş şehir’ olarak konuşanların, dini kendileri için alet edenlerin konu edindiğini düşünüyorum… Şimdi kaldığımız yerden devam edelim: “Her yıl, Yunan adalarına, Miami'ye, Dubai'ye, Mali'ye tatile gidenlerin, bir kere yaptığı Arabistan ziyaretleri ve hikmetlerini anlatıyorlar… İnandın mı? Siyasi torpiller, tanıdık hatırı, torpil ve rüşvet ile çalışan seçen, hatta sıra için torpil koyanların, güzellikleri ve güzel seslileri anlatıyor.. İnandınö mı? Her yıl Bodrum'da Marmaris'te, Antalya'da, Alanya'da sahilde Kumsal tatili yapanların, Arabistan çöllerinde susuzluktan ölenleri anlatmalarına, İnandın mı? Lüks salonlarda, lüks kıyafetler, lüks arabalar ile düğün, sünnet yaparak gözlere sokarak, ‘israfın haram olduğunu’ anlatmalarına, İnandın mı? TV de yemek programı, YouTube'da 1000 çeşit yemek sofrası videosu paylaşan, izleyenlerin, biz Müslümanlara, ‘üç hurma ile bir öğünün geçiştirildiğine’, İnandın mı? Sakın inanma! Münafığın özü başka sözü başkadır. Yüzü maskelidir. Gerçek yüzünü asla göremezsiniz.” Salih Bey devam ediyor: Bunlar aykırı düşünce, Düşünün ince ince, Kazık bir kez girince, Çıkarması güç olur… Demek ki, benim lafıma geliniyor: Herkesi, herşeyi, her söyleneni ve iddiayı ‘şüphe’ ile karşılayın. Böylece doğruyu daha kolay bulursunuz. Yoksa hep aldanır, aldatılırsınız… *-

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

BAŞIMIZ SAĞ OLSUN! ACIM BÜYÜK! BOLU'DAKİ OTEL YANGININDA 66 İNSANIMIZI KAYBETTİK

KİTAPLARIN ANLATAMADIĞINI ANLATIYOR

NASIL OLUR, AKHİSAR YAĞI , AYVALIK YAĞINDAN PAHALI OLUR? İŞTE YANITI!