MASAL UYDURANLAR VE UYUYANLAR

YAŞAR EYİCE *- MASAL UYDURANLAR Melih Dizdaroğlu, ‘İnsanlara akılları yettiği kadar hitap ediniz. Ötesine geçmeyiniz!’ mesajını atmış. Melih Diyor ki; ‘Dünyada Araplar kadar güzel masal uyduran, Parslar kadar güzel anlatan, Türkler kadar bu masala inanan ikinci bir millet yoktur!’ Anlayan anlar, anlamayan anlamaz… Yine Melih Dizdaroğlu ‘uyarı’ niteliğinde belirtiyor: ‘Zincir marketler, kurbanlık diye, sabahın dokuzunda etinizi veriyor. AVM’lerde, kilo ile sahiplerine verilen etler için kasaplar şöyle diyor: ‘Kurban sabahı saat 09,00’da insanlarımızın ‘kurban’ diye aldıkları bu hazır etler kesinlikle ‘kurban’ olamaz. Çünkü bu kadar hayvanı bir anda kesecek ve zincir marketlere, AVM’lere sahiplerine yetiştirecek bir mezbaha da yok, bu işi gerçekleştirecekler de!...’ Bu ‘Kurban’ olayını da ilk kez duydum. Millet demeyeyim, bazı kişiler, patronlar neredeyse her adımımızdan nasıl yararlanacaklarını biliyorlar. Ama ben de ilave edeyim; ‘Günahı boynuna!’ diye bir söz vardır, bizim gibi inananlar arasında. Yaşantımız sırasında gördüğümüz, aldatıldığımız çok konu var, hep ‘Günahı boynuna’ diyerek sözde kendimizi aklıyoruz ama bile bile, düşünmeden, okumadan, bilgi sahibi olmadan kendimizi kuzu kuzu bu tip insan ve patronlara hedef olup, aldandığımızda, açıkçası ‘kurban’ olduğumuzda bizim hiç günahımız olmuyor mu? İşin rahatına ve kolaylığına hep kaçıyor, sonunda aldatıldığımızda ise ‘Günahı boynuna’ diyerek bizi sağmal inek gibi görenlere haksız kazanç sağladığımızda hiç mi dahlimiz, günahımız olmuyor? Düşünelim ve bu soruların yanıtını verelim…. İyi ki Melih Dizdaroğlu gibi uyarıcı dostlarımız, okuyucularımız bulunuyor. Yani ‘şanslıyız!’ diye biliriz. ‘Günaydın’ ya da ‘Tünaydın’ diyerek, gerçek sağlam dostlarımızla, iyi ile kotu ile sınanıp değer ve sebep bilmezlerden uzaklaşan, güzelliklerle karşılaşacağımız günlerimiz olsun hepimizin, sağlık içinde... *- TARİHİ DEĞİŞTİREMESİNİZ Kaç kez yazdım, yazmaya devam ediyorum: Örneklerini de verdim, bizi bölmek isteyen, devletimizin içine sızan hainlerden de… Ayıklanıyorlar ama Çin ordusu gibi kalabalıklar. Yani özel eğitilmişler bu tipler. Söylediğimiz şu: Bazıları tarafından arada bir rüzgar estiriliyor, bilinçli olarak. Aynen İsmet İnönü Paşanın, ‘Asker Kaçağı’ olduğu söylentilerinde olduğu gibi! Balkanlardan gelenlerle, Suriyeli veya diğer göçmenleri sözde mukayese ediyorlar, laflar üretip, kafamızı karıştıranlar var. Kısa ve öz; ‘İstiklal Savaşımızın çekirdek kadrosunu Balkan Türkleri oluşturmuştur. Çanakkale’de savaşanlar da bellidir. İlavelere inanmayalım… Kayıtlar bellidir… Tarih değiştirilemez… *- BİR ÖRNEK DAHA Bu kez masallardan söz etmeyeceğim. Yalan haberlerden bir örnek vereceğim. İsterseniz ‘Masal!’ deyin isterseniz ‘Hikaye!’ Çünkü gerçek değil. Algı yaratmak ve yanlış bilgiyi yaymak amaçları. Yakalansalar ‘Hainlikten’ ya da ‘casusluktan’ ömür boyu hapse bile çarptırılmaları bence, bana göre olasılık içinde… Belli kesimler hem tarihi saptırıyor, hem de fotoğrafları… Kafalarından geçenleri bize yutturmaya çalışıyorlar. Kısaca belirteyim, birileri çok eski yıllarda çekilmiş bir fotoğrafı yayınlıyorlar. Üstüne de şunları yazıyorlar: ‘1. Dünya Savaşında yenilmişiz. İstanbul işgal olmuş. İstiklal Caddesindeki Pera Palas oteli İngiliz İstihbarat Merkezi olmuş. Ve orada bir Osmanlı Subayı!...’ Yazının son bölümünden okla gösterdikleri de Gazi Mustafa Kemal Atatürk… Ayakta, yanında görevli bizim iki subayımızla, dikkatli bir şekilde yabancı askerlerin durumlarını inceliyor… Yalancı namussuzlar! Şimdi doğrusunu tarihçilerin ağzından söyleyelim: *- BU KADAR YALANCILIK OLMAZ “Bu görseldeki fotoğrafı çakma! Osmanlı torunları (!) Pera Palas’da İngiliz İstihbarat merkezi olduğunu, Mustafa Kemal'in de orada bulunduğunu yazıyorlar. Elbette bunu paylaşan gerçekten buna inanıyor olabilir! Kim bilir hangi ensar tipi tarikat ocaklarında, kim bilir nasıl öğrettiler onları? Suçlamıyoruz, sadece acıyoruz!.. Hâlbuki bu fotoğraf, 17-28.09.1910 tarihinde FRANSA'DA DÜZENLENEN PİCARDİE MANEVRALARINDA çekilmiş bir fotoğraf. Sonuç; Sizleri aptal yerine koymalarına müsade etmeyin...” *- BEN DE SEVMİYORUM Son zamanlarda birçok değerimizi kaybettik. Bu satırları yazarken sonuncusu İlhan Şeşen idi. Ali Güreli bir gerçeği bakın nasıl anlatıyor: “Ben tanınmış biri vefat ettiğinde cenazede rol kapmak, cenazenin önüne geçmek isteyen insanları hiç sevmiyorum. Dün İlhan Şeşen ölüyor bu gün cenazesi kalkıyor. Bir sürü tv kamerası çekiyor cenaze törenini ve camideki cenaze namazını . Son zamanlarda tanınmış biri ölüp de, Orhan Gencebay’ın gelip kameraların önüne geçip, basmakalıp biri iki laf etmediği,milleti itekleyip namazda kameraların görüş açısının en net çıkacağı en ön safta yer tutup, boyadan ve spreyden yolunmuş tavuğa dönmüş kafası adeta içine bir çomak girmiş elma şekeri görüntüsü ve topuklu ayakkabıları ile yürümeye çalışan bir topal karga görünümüyle gelmediği cenaze yoktur. Muhtemelen imam ve müezzinlerle ahbab da olmuştur . Her ölen ünlüyü en çok o …. *- BİR DE DİĞER TARAFTAN Sunay Akın var bir de, kendine özgü geliştirdiği bir heyecanlı konuşma üslubu, kelebek gibi sürekli küçük adımlarla sağa sola koşan amaçsız hareketler vs vs Tam sevdiğiniz sanatçıyı düşünüp, ya ‘ne güzeldi bilmem ne şarıkısı, çok üzüldüm, hastalığı neydi acaba?’ diye düşüneceksiniz, bu tür bir zevzekin anlattıkları basmakalıp laflar, zevzek hikayeler, neden üzülmemiz gerektiğini anlatan aydınlatma konuşmaları. Heyecanla bekliyorum, bir gün böyle birinin bir yakınının, kameraların önünde bu tiplerden birini cenazeden kovmasını.’ Gül Tapar hanımın da kısa yorumunu paylaşmadan geçemeyeceğim; ‘Kocaman kara gözlükleri, üzgün suratları ile demeç veren ünlülerden gına geldi!,,,’ Bir zamanların ünlü polis adliye muhabiri ve önemli gazetenin üst yöneticilerinden, Kıbrıs Mücahidi Ödemişli İrfan Türksever’in anımsadığım şu sözlerini nakledeyim: ‘Oldum olası, kara gözlüklü, takım elbiseli, çantalı insanları sevmem, onlardan korkar, çekinirim…’ *- ÖĞRENCİLER, ‘ARANAN ÇALIŞAN’ OLUYOR. Bir meslektaşım, silik ama yandaşlığın verdiği avantajla, İzmir ile öncelikle haberleri yazan birinin bir yazısını gönderdi, olaya dikkatimi çekmek için. Bu arada aklıma geldi, ‘Anlatacakları okumanı öneriyorum!’ dedim, İş insanları, patronlar, yalnız Suriyelileri çalıştırmıyorlar. İranlı iki öğrenciden öğrendim: Biri şöyle dedi; ‘Hafta sonları bizi çağıranlara gidiyoruz. Size hiç unutamadığım bir olayı anlatayım: Lüks bir lokantada, yoğun iş gününde garson olarak çalıştık. Müşteriler bizden memnundu. Gece yarısı saat 02’ye doğru, yevmiyemizi almak için patronun yanına gittik. ‘Sizden memnun değilim!’ dedi, bir kuruş bile vermeden gerisin geriye gönderdi.’ Yevmiyelerini sorduğumda ise ‘Binbeşyüz liraya anlaşmıştık!’ dedi. Bir başkası da şoförlük yapıyormuş! 5-6 saat yaptığı şoförlük sonucu aynı parayı bin beşyüz lira aldığı için mutlu. Ben taksicilik yaptığını sandım. Meğer ‘Özel’ yani patronlara çalışıyorlarmış… ‘Seni nasıl buluyorlar?’ dedim, yan çiziyor gibi geldi bana şu cevabı verince: ‘Biliyorlar, tanıyorlar işte!’ Anlattıkça aklıma geliyor; Bir yabancı öğrenci anlattı: ‘Yurt dışından gelen bir heyeti Fabrikada ve kentte gezdirdim, iyi para aldım!’ İnanmak istemedim ama konuşmamdan herhangi bir şekilde çekince duymasın diye ‘Nasıl?’ diye sordum: ‘İngilizce ve Türkçe bildiğim için’ yanıtını verdi. Yani bizim patronlar da, yabancılardan yararlanmanın yolunu bulmuşlar… Kaçağı da, sığınmacısı da, öğrencisi de bazılarının işine geliyor. ‘Alan memnun, satan memnun’ hikayesi gibi… Bizim ekonomi muhabirleri de, işsizlik rakamlarından söz ediyor. Naklen yayında İstanbullu bir sanayicinin uzun konuşmasında şunu öğrendim, ‘Geçen yıl kârdan zarar etmişler!’ Yani bekledikleri geliri sağlayamamışlar… Resmi rakamlar böyleymiş… *- KİM BU AMERİKALI? Bir arkadaşım Walt Whitman’dan söz etmiş. Merak ettim ‘Kim bu?’ diye, Walt Whitman, Amerikan edebiyatının en önemli şairlerinden biri olarak kabul ediliyor. 31 Mayıs 1819'da doğmuş, 26 Mart 1892'de vefat etmiş. Dedelerimizin dedeleri zamanından herhalde. Dikkatinizi şu satırlara çekeyim: Whitman, eğitimini erken yaşta bırakıp. ‘matbaacılık, öğretmenlik ve gazetecilik’ gibi çeşitli işlerde çalıştı. Yani bizim Uğur Tingür gibi ‘Çekirdekten’ yetişti. Brooklyn Daily Eagle gibi gazetelerde yazarlık ve editörlük yaptı. 1855'te en ünlü eseri olan ‘Leaves of Grass’ (Çimen Yaprakları) adlı şiir kitabını yayımladı. Bu eser, geleneksel şiir kurallarını yıkarak, ’özgür ölçü’ kullanımıyla dikkat çekti ve Amerikan edebiyatında devrim niteliğinde bir etki yarattı. Bizim Nazım Hikmet gibi diyebilir miyiz? Bilemiyorum. Bu konuda uzmanlara danışacağım. *- KURUCULARINA SAYGILI Devam edeyim: Amerikan İç Savaşı sırasında, askeri hastanelerde gönüllü olarak çalıştı ve savaşın etkilerini şiirlerine yansıttı. Abraham Lincoln'ün ölümünden sonra ona ithafen ‘O Captain! My Captain!’ adlı şiirini yazdı. Bunu özel olarak belirtmek istedim. ‘Ey Kaptanım! Canım Kaptanım!’ şiirini, Amerikan İç Savaşı'nın sona ermesi ve Başkan Abraham Lincoln'ün suikasta uğraması üzerine yazılmış. Whitman, Lincoln'ü bir kaptan olarak betimleyerek, onun liderliğinde ülkenin zorlu bir yolculuktan geçtiğini ve sonunda limana ulaştığını anlatır. Ancak şiirin sonunda kaptanın öldüğünü görürüz, bu da Lincoln'ün trajik ölümüne bir ağıttır. Şiirin ilk dizeleri şöyle: ‘Ey Kaptanım! Canım Kaptanım! korkulu yolculuğumuz sona erdi, Bütün tehlikeleri atlattı gemi, kavuştuk isteğimize kavuştuk, Liman şuracıkta, bak, çan sesleri geliyor, sevinç içinde halkımız, Gözler dümdüz ilerleyen teknemizde, teknemiz gururlu, korkusuz; Ama ey yürek! yürek! yürek!’ *- DUYGUSAL YOĞUNLUK Şimdi de bu şiiri edebiyatçı gözüyle irdeleyelim. Bazı dizelerini analiz edelim. Bunda da sevgili emekli yabancı dil öğretmeni Nesrin Dizdaroğlu’ndan yararlandım: Bu şiir, ritmik yapısı ve duygusal yoğunluğu ile dikkat çekiyor. Lincoln’ün ölümü karşısında duyulan hem ‘zafer hem de yas’ duygusunu mükemmel bir şekilde yansıtıyor. Detaya girersek: Metafor: Lincoln’ü bir kaptan olarak betimleyerek, onun liderliğinde ülkenin zorlu bir yolculuktan geçtiğini anlatır. Sembolizm: Gemi, Amerika’yı; kaptan ise Lincoln’ü temsil eder. Limana varış, savaşın sona ermesini simgeler. Tekrar (Repetisyon): ‘Ey Kaptanım! Canım Kaptanım!’ gibi ifadeler şiirin duygusal yoğunluğunu artırır. Duygusal Kontrast: Zafer ve yas duyguları bir arada işlenir; halk sevinç içindeyken şair derin bir keder içindedir. Ölçü ve Kafiye: Whitman genellikle serbest ölçü kullanırken, bu şiirde belirli bir ritmik yapı ve kafiye düzeni vardır. Nesrin Dizdaroğlu’na göre, bu teknikler şiirin etkileyiciliğini artırıyor. Bir diğer önemli dize: ‘Ama ey yürek! yürek! yürek! Ey kanayan kırmızı damlalar, Orada- güvertede Kaptanım yatıyor, Buz gibi olmuş, ölmüş.’ Nesrin Hocamın anlatımı ile devam edelim: Burada, tekrar (repetisyon) tekniği kullanılarak şairin derin üzüntüsü vurgulanıyor. ‘Kanayan kırmızı damlalar’, Lincoln’ün ölümüne duyulan acıyı simgeliyor. ‘Buz gibi olmuş, ölmüş’ ifadesi ise kesin bir kaybı ve yas duygusunu pekiştiriyor. Bu dizeler, şiirin ‘duygusal yoğunluğunu’ artıran ve okuyucuyu derinden etkileyen unsurlar içeriyor. *- KENDİNİ DE ANLATIYOR Tabii ki! Walt Whitman’ın birçok etkileyici şiiri var. ‘Benliğimin Şarkısı’ (Song of Mysel) adlı şiiri, onun en önemli eserlerinden biri olarak kabul edilir. Bu şiir, ‘bireysellik, doğa, insan ruhu ve özgürlük’ gibi temaları işler. Örneğin, şu dizeler oldukça dikkat çekicidir: ‘Ben kendimi kutluyorum ve kendimi şarkı söylüyorum, Ve düşündüğüm şey senin de düşüncelerin olacak, Çünkü her atom benim olan, aynı zamanda senindir de.’ Şair, kendini kutlarken aslında tüm insanlığı da kutluyor. ‘Atom metaforu’, insanların birbirine bağlı olduğunu ve evrenin bir parçası olduklarını vurguluyor. Bizim bazı şairlerimiz gibi; Özgür bir anlatım sunuyor. Doğrudan okuyucuya hitap ederek samimi bir bağ kuruyor. Özetle, Doğa ve insan ilişkisi bir tema olarak burada da kendini gösteriyor. *- ORTA DOĞULULUK Nejat Gölbaşı bize Sosyolog Mümin Sekman’ın çok uzun bir makalesini göndermiş. Mümin Sekman şöyle yazısına şöyle başlamış: ‘Umarım okursunuz... Okuduktan sonrada paylaşacağınıza inanıyorum. Merak etmeyiniz yazı sizi yemeyecek Siz okuyunca kendi kendinizi yiyeceksiniz Ülkemiz de, Ortadoğulu zihniyet ve Ortadoğulu bir üslupla yönetilmek isteniyor. Ortadoğululuk nedir bilir misiniz?’ İyice kısaltarak, bazı maddeleri vereyim: *- MANTIĞI KÜÇÜMSEMEK -Ölümü yüceltip güzel yaşamayı aşağılamak Ortadoğululuktur. -Dini yüceltip bilime kayıtsız kalmak Ortadoğululuktur. -Duyguları yüceltip mantığı küçümsemek Ortadoğululuktur. -Müteahhitti yüceltip, mühendisi aşağılamak Ortadoğululuktur. -Ev kadınlığını yüceltip, kariyer yapan kadını aşağılamak Ortadoğululuktur. -Hatasından öğrenmek yerine, onunla duygusal bağ kurup hayatını bataklığa çevirmek Ortadoğululuktur. -Standart sahibi olmak yerine, düştükçe “beterin beteri var” diye kendini avutmak Ortadoğululuktur. -Kendi hayatında hiçbir başarısı yokken, sürekli başkalarıyla övünmek Ortadoğululuktur. -Sıkılmış bir yumruğun, açık bir elden daha güçlü olduğuna inanmak Ortadoğululuktur. *- DİNİ ISKALADIM Yukarıdaki maddelerin içinde dinle ilgili hiç yok, Yanlış anlaşılmasın ve başka yerlere çekilmemesi için cımbızladım. Ama şunları yine sosyoloğun ağzından vereyim:’ ‘Ortalama bir Ortadoğulunun beyninin yüzde 75'i dinle kaplıdır. Bu yüzden diğer şeylere çok az yer kalır. Onun zihniyetiyle ilgili söylediğiniz her şeyi, dinine saldırı sayar. Dinle ilgili olmayan pek fikri olmadığı için, dinini ilgilendirmeyen hiçbir eleştiri yapma şansınız da yoktur! Ortadoğulular ülkelerinin sıkıcılığından kaçıp, nefes almak için turist olarak Türkiye’ye geliyor. Yurt dışında, gittiğinizde en iyi restoranların en iyi yerlerinde hep Arap şeyhlerinin çocukları, yanlarında Rus sevgilileriyle oturduğunu görürsünüz. Kendi ülkelerini modernleştirmek yerine, modern ülkelerde hayatlarını yaşıyor, kendi halklarına da din pazarlıyorlar. Gidip, bu adamların ülkesinde, ‘Bu adamlar size din merkezli yaşamayı övüyor ama kendileri son derece dünyevi yaşıyor’ deseniz, o ülkelerin polislerinden önce, o yoksul insanlar sizi linç eder. *- İKNAYA GEREK YOK Yazının başında belirttim: Sosyolog Mümin Sekman’ın birçok kısmını kısalttığım bu yazıyı Nejat Gölbaşı sizinle paylaştı. Sosyolog Mümin Sekman makalesini şöyle bitiriyor: ‘Bu açıklamayı kimseyi ikna etmek için yazmadım. Mantığa inanmayan insanların mantıklı argümanlarla değiştirilemeyeceğini bilecek kadar tecrübeliyim. Bu hayatta, bazıları akılla öğreniyor, bazıları acıyla. Maalesef bu coğrafya, acıyla öğrenenlerin coğrafyası. Bu topraklarda, her şeyin bir gün anlaşıldığını ama hep geç anlaşıldığını biliyorum. Hepsi bir gün neyin ne olduğunu anlarlar, ama hep geç anlarlar! Azgelişmişlerin kaderi iki kelimede saklıdır: İdrak gecikmesi! Neyin en mantıklı çözüm olduğuna karar vermeden önce 30 yıl kavga ediliyor! ‘Coğrafya kaderdir’ der Ibni Haldun, bizim kaderimiz de idrak gecikmesi!” *-

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

BÖYLE BİR ANLAŞMA GÖRÜLMEDİ... DENİZİ YOK ANLAŞMAYA LİMANLAR KONULDU...

BAŞIMIZ SAĞ OLSUN! ACIM BÜYÜK! BOLU'DAKİ OTEL YANGININDA 66 İNSANIMIZI KAYBETTİK

KİTAPLARIN ANLATAMADIĞINI ANLATIYOR