AĞALIK, PAŞALIK, PATRONLUK GEÇERLİ DEĞİL
YAŞAR EYİCE
*- YOKSA, YOKSA!
“Her şeyin varken, sağlığın yoksa,
Her şeyin varken, zamanın yoksa,
Her şeyin varken, sevdiklerin yoksa,
O her şey, kocaman bir ‘Hiçbir şey’ dir!”
Bu satırları, Nermin Gül Hanım’dan aldım.
Yaşantımız için güzel laflar.
Nermin Hanım şunları da söylüyor, ‘Uzak durulması gereken insanlar!’ için..
Bu tipler kimler?
Ben de merak edip okudum:
1- Sürekli yalan söyleyenler, 2- Egosu tavan yapan insanlar, 3-Sözünü tutmayanlar, 4- Sürekli negatif enerji yayanlar 5- Seni sadece içini dökeceği zaman arayanlar…
Sanıyorum, Nermin Gül Hanımın bu beş maddesini biz okuyucular, yaşantımızdan örneklerle arttırabiliriz.
Benim asıl dikkatimi çeken nokta şu satırlarda!
Birlikte yine okuyalım:
‘Butik kahve Dükkanı açmak, benim gibi kahve severlerin hayallerini gerçeğe dönüştüren bir girişimdir.
Bu anlamda, Güzel İlçem Bornova 'da kadın girişimci sayısının hızla artması mutluluk verici bir gelişme!
Bu gelişmeleri desteklemek bizlerin görevi olmalı,
Yakamoz Kuru Kahve’nin birbirinden güzel kahvelerini ve şekerlemelerini, içine sevgisini ve hoşsohbetini katarak mutlu dakikalar geçirmemize vesile olan Fatma hanımı kutluyor, nice kadınlarımızın ticari cesaretine vesile olmasını diliyorum...’
Nermin Gül, Yakamoz Kuru Kahve ile birlikte keyifli hissettiği anın fotoğrafını da paylaşmış.
Hiç tanımadığı birini ve işyerini paylaşmak, özellikle bir kadının bir hemcinsinin işyerini, karşılığını beklemeden güzel satırlarla üçüncü, dördüncü kişilere anlatabilmek zamanımızda pek görmediğimiz, karşılaşmadığımız bir ‘olay’ olarak kabul ediyorum.
Bornovalı olarak bizim Küçükpark’ta o kadar çok yeni işyeri açıldı ki, hangisini size tanıtıyım.
Ama şu konudan söz etmeden geçemeyeceğim:
Özellikle evlere servis yapan o kadar çok dükkan var, ama onların motorcularının telekuryelerin sayıları onların çok katı…
Demek istediğim semt sakınlerinin yürüyeceği ne kaldırım, ne de yol var.
İşleri iyi demek!
O zaman kente yardımları da olmalı…
Ne bileyim iki ağaç fidesi de bunlardan olmalı.
Ya da kokuları ile ve motosiklet gürültüleri ile rahatsız ettikleri apartmanın balkonlarının çiçeklendirilmesi de görevleri olmalı…
‘Rabbena Rabbena hep bana!’ döneminin geçtiğini herhalde biliyorlardır.
*- HEM DE EŞREFPAŞALI…
Size İzmirli, ‘Dirençli ve mücadeleci’ bir kadın olan, Ayşe Hazal Beytaş’tan da söz etmek istiyorum.
Kendisi Eşrefpaşalı!
Hani şarkı var;
‘Kasımpaşalı mısın, yoksa Eşrefpaşalı mısın?’ diye….
Biz çocukken, ‘Eşrefpaşalı, eli maşalı!’ derlerdi.
İzmirspor’un çıktığı bir yer…
Şöyle diyeyim:
Yünmensucat’tan sonra İzmirspor’da parlayan ‘Taçsız Kral’ Metin Oktay’ın Galatasaray’da efsane olduğu semtin takımı…
Eşrefpaşa’nın…
İzmirspor aynı zamanda benim de takımım….
*- DÖRT YIL ŞAMPİYON YAPTIK
Gençliğimde, İzmirspor’un basketbol takımını Demokrat İzmir’in genç patron Yusuf Düvenci ile birlikte oluşturmuş, dördüncü amatör kümede lige girmiş, her yıl şampiyon yaparak birinci amatör kümeye kadar yükseltmiştik.
Lisanslı Teknik Direktör yani Coch’tım…
Sonra, gazeteci olarak çok seyahat yapıp, neredeyse yurdun neresinde bir toplum olayı varsa oralarda, hafta sonları da deplasman da maçları ve spor olaylarını da takip ettiğimden, lisanslı hakemliğimi, oyunculuğumu ve coachlığı bırakmak zorunda kaldım.
Sanıyorum halen bile Basketbolda lisanslı oyuncu, lisanslı hakem ve lisanslı teknik direktör koç yoktur, ya da çok az sayıdadır.
Bir de Türkiye’de ilklerden birini yapmış, dizi halinde ‘Siz de iyi bir basketbol coach’ı olabilirsiniz?’ başlıklı yazı yazmıştım.
Kurallardan tutun da, top ve oyun tekniklerini, setlerini anlatmıştım.
Çok yıllar sonra, Seferihisar’dan Cenk isimli bir okuyucumuz, Basketbol Hakemi olan babasının cilt haline getirmiş olduğu benim dizi yazılarımı getirip gösterdi.
Cenk Bey, sanıyorum Seferihisar Belediyesi halkla ilişkiler departmanından emekli olmuştu.
Spora ve İzmirspor’a, karşılıksız, hizmet ettiğim için İzmirspor’un şimdi herşeyi olan kıdemle spor yazarı Ali Kıray birkaç ay önce, aracıma takmak için ‘İzmirspor flaması’ ile rozeti ve hediyelik eşyalarını armağan etti.
Siz İzmirsporlu olduğuma bakmayın;
Karşıyakalı Hilmi Ösman Damar’ın söylediği gibi, ben bir İzmir hastasıyım.
Tüm İzmir kulüplerini ve sporcularını her koşulda destekleyenim…
‘Önce İzmir’ diyorum, her zaman, her yerde…
Keşke her kentlimiz, aynı hislerle, duygularla hareket edebilse.
Gücü kentinden alabilse…
*- İŞTE BİR İZMİRLİ KADIN
Şimdi size ‘Dirençli’ diye tanıttığım Eşrefpaşalı olduğunu düşündüğüm, Ayşe Hazal Beytaş’ın paylaşımını sunayım:
“Üretim ve Düşünce Grubumuz İstanbul Kadıköy’de ‘Cumhuriyet İlkeleri Doğrultusunda En Geniş Birliktelik’ Başlıklı toplantısını gerçekleştirdi. Selaattin Okur, Hasan Ataol gibi Deniz Gezmiş’inde yakın arkadaşlarının bulunduğu gurubumuzun toplantıları genişleyerek devam edecek…
Bu topraklarda kadın hareketinin tarihi bizim Cumhuriyet tarihimizden eskidir.
Ancak kadınların mücadelesi Cumhuriyetle karşılık bulmuştur.
Şimdi yeni haklar elde etmek bir yana kazanılmış haklarımız karşı yasalarla elimizden alınıyor.
Bu çerçeveden baktığımızda Anadolu Devriminin en önemli kazananları kadınlar olmuştur.
Cumhuriyetimizden ve haklarımızdan asla vazgeçmeyeceğiz.
Toplumsal cinsiyet karar mekanizmalarında eşit olarak yer alana kadar mücadelemiz sürecektir.
Diğer adımlar bu eşitliği korumak ve geliştirmek için atılacaktır.
5 Aralık seçme ve seçilme hakkı bir lütuf değil kadının insan olma hakkının bir gereğidir.
Bu gereklilik Mustafa Kemal Atatürk ve kadrosunun önderliğinde sağlamıştır.
Bu hakkın kazanımı Kemalist devrimin bir sonucudur.
Hepimize kutlu olsun.”
Kadınlar gördüğünüz gibi bazen, bazı yerlerde erkeklerden daha hızlı olabiliyor.
Bu satırları okuduktan sonra ‘Dirençli’ lakabını taktım, bu Eşrefpaşalıya..
Bana da konu çıkarmış oldu…
*- TAM DEMOKRASİ
Bu arada bir noktaya daha dikkat çekeyim:
İzmir’deki oy ortalaması, Reis’in Türkiye ortalamasından az değil, hatta bazı semtlerde daha fazladır.
Yani İzmir Türkiye’nin en demokrat ve bağımsız kentidir.
Herkese bir şekilde yer var.
Hiç kimse bir başkasını bir şekilde ne rahatsız eder, ne de üstünlük taslar.
Zorlama kesinlikle yoktur…
Ağalık, paşalık, patronluk geçersizdir.
*- HELAL OLSUN
Spor yazarlığı zamanımdan anımsıyorum:
Anlatacağım olayın, çok daha fazlasını yine meslektaşım Avni Erboy’un bildiğini düşünüyorum.
Neden mi?
Akhisarlı Avni Erboy, çocukluğundan bu yana yaşamını spora endekslemiş ender idealistlerden biri.
Özetle kendisini şöyle tanıtayım:
Gazeteci, Yazar, Spor Adamı.2018 Avrupa Fair Play Büyük Ödül Sahibi.
Spor Kulübü, Dernek Başkanı…
Bu yazdıklarım özetin özeti…
Neyse konuma geleyim:
“Sanıyorum kendisini tarihi fotoğraftan hatırlayan spor meraklıları çıkacaktır.
Bu Kenyalı koşucu Abel Mutai'yi, binlerce kişinin izlediği uluslararası yarışmada, bitiş çizgisine sadece birkaç adım uzaklıktayken, işaretleri karıştırarak durdu ve yarışı tamamladığını düşündü.
Hemen arkasında olan İspanyol koşucu Ivan Fernandez, durumu fark etti ve Kenyalıya koşmaya devam etmesi için bağırmaya başladı.
Mutai İspanyolca bilmiyordu ve ne olduğunu anlamadı.
Fernandez, olanları fark ederek Mutai'yi arkasında durarak, zaferine itti.
Sonra, bir gazeteci Ivan'a sordu:
‘Bunu neden yaptın?’
Ivan cevapladı:
‘Hayalim, bir gün hepimizin birbirimizi destekleyip yardım ederek kazandığı bir topluluk yaşamı olmam.’
Gazeteci ısrarla sordu:
‘Ama neden Kenyalı'nın kazanmasına izin verdin?’
Ivan cevapladı:
‘Ona kazanmasına izin vermedim, o zaten kazanacaktı. Yarış onun yarışıydı!’
Gazeteci yine ısrar etti:
‘Ama sen kazanabilirdin!’
Ivan ona baktı ve şöyle dedi:
‘Ama benim zaferimin ne anlamı olurdu?..
O madalyada ne onur olurdu?..
Annem bunun hakkında ne düşünürdü?..’
Değerler nesilden nesile aktarılır.
Biz çocuklarımıza hangi değerleri öğretiyoruz?
Çocuklarımıza kazanmanın yanlış yollarını ve araçlarını öğretmeyelim.
Bunun yerine, yardımseverliğin güzelliğini ve insanlığını aktaralım.
Çünkü dürüstlük ve etik, gerçek kazançtır, değil mi?
Yukarıda yazdıklarım hikaye değil gerçek…
Sporda erdem de budur…
Başkalarının haklarına saygı duymalıyız…
Onları desteklemeliyiz, gerekirse İspanyol atletin, Kenyalı atlete yaptığı gibi itmeliyiz…
Daha önce de bir kadının, girişimci bir kadını nasıl desteklediğini anlattım.
O bunu ‘Kahve keyfini’ anlatarak bulmuştu…
*- HEP ŞÜPHE İLE BAKIN
Bunu daha çok belediye haberlerinde görüyor, hissediyoruz.
Bazı sözde gazeteci ve medya kuruluşları, arka arkaya bir belediye başkanını dillerine dolayıp, aleyhine yazıp dururlar.
Belki yazılanlardan bazılarında doğruluk payı olabilir.
Ama asıl neden, beklentilerin yerine getirilmemesidir.
Yani talep ettikleri reklam parasını ya da hiçbir işe yaramayacak sözde projelerin kabul edilmemesidir.
Bir konuda ‘Danışman’ olmak isterler ama yerine getirilecek gibi değildir.
Belediyenin bütçesinden harcanacak yüksek meblağ hepimizin cebinden çıkacak demektir.
Başkan dürüst ve kendinden eminse hapı yuttu demektir bu tipler yüzünden.
İşin aslını bilmeyenler de atıp tutarlar, kahve köşelerinde.
Aynı durum sanat dünyasında da vardır.
Bazı sanatçıları soyarlar…
Sonları darülacezede yani yaşlı evleri olur.
Hastalıklarında tedavileri toplanan yardım paraları ile olur.
Zamanında kendisinden yararlananlar, bir başka kapıdadırlar.
Bazılarını ise ‘cimri’ diye duyururlar.
Neymiş efendim, elini cebine atmıyormuş!
Neden?
Çünkü ondan yiyip, içip, eğlenememişler de ondan…
Kimse kimsenin alın terine ortak olamaz…
‘Ne olacak?’ diye bir soru cümlesi kabul edilemez.
Bunu aile içi anlaşmazlıklarda da görüyoruz.
*- SİZCE ‘CİMRİ’ Mİ?
Şimdi size Emel Sayın’dan bir alıntı yapacağım.
Emel Sayın anlatıyor:
‘O zamanlar tığ gibi delikanlı, cepte para çok.
Oyuncu!
Mavi Boncuk filmini çekiyoruz.
Bir gün setten çıktık eve gidiyoruz.
Ben Laleli'de oturuyorum.
Kemal, benden önce çıktı.
Herkes yevmiyesini almış, taksiyle giden gitti, kendi arabasıyla giden gitti.
Ben baktım ki Kemal yürüyerek gidiyor; üç kilometre var gideceği yere. Her gün yürüyerek gidip geliyor.
Merak ettim, ‘nereye gidiyor bu adam böyle?’ diye.
Uzun süre yürüdü, sonra bir bankta bir adam yatıyordu.
Kaldırdı adamı, bir şeyler konuştular, sonra cebinden para çıkarıp verdi. Şaşırmıştım.
Sonra biraz daha ilerde bir lokantaya girdi, bir şey yemeden çıktı, oraya da para verdiğini görmüştüm...
Bıraktım takibi, banktaki adama yaklaştım:
'Tanıyor musunuz o az önce size para veren adamı?' dedim.
'Adını bilmem, sormam da, her gün para verir bana..' dedi.
Teşekkür ettim.
Az ilerdeki lokantaya gittim:
'Az önce gelen beyin borcu mu var size?' dedim.
Tanımadılar beni!...
'Kemal Abi'nin mi, yok hayır bize her gün evsizler uğrar, yemek yediririz, o da sağolsun, onların yemek masrafını öder...' dediler.
Ertesi gün Kemal'in (Sunal) yanına gittim.
'Sen ne güzel bir adamsın ya..' dedim, ne olduğunu anlayamadı, sarıldım ağladım..
'Ölme sen benden önce..' dedim, ama dinletemedim...
Rahmetle anıyorum nur içinde yatsın inşallah…’
Bunları neden yazdım:
Bazıları bazıları için ‘cimri’ falan diye laf yayıyorlar ya, rahmetli için de neler denmiş, neler çıkarılmıştı neler?
*- SOKAK LEZZETLERİNDE YERİ AYRI
Sokak lezzetleri dünyanın her köşesinde var.
Ama İzmirinkilerin yeri ayrıdır.
Şimdi bazı girişimcilerimiz, Türkiyemizin sokak lezzetlerini İngilizlere tanıtmak için lüks bir lokanta açmanın peşindeler.
Ahmet Nuri Özmut da, ‘Gezgin Nuri’den aldığı, ‘Çatal, Lavaş ve Söğüş’ ü şöyle anlatıyor:
“Söğüş, soğuk yenen bir ettir.
Yok, intikam gibi değil.
Hayatın tadını sabırla almak gibi.
Uzaktakilerin, ‘İzmir'i Özleme nedenlerimden!’ diye verdiği adres, Öncelikle İzmir'de söğüşün başsemti Hisarönüdür.
Alsancak'takiler de ona yetişmiştir.
Kuzu kellesinin beyin, dil ve yanak bölümleri haşlanır: dilimlenip kırmızı soğan, maydanoz, domates ve baharatia harmanlanır, lavaşa sarılır. Malzeme lavaşa sığmaz.
Parçalarının tabağa dökülmesi adettendir.
Zaten söğüşçüler servisi, ‘muhakkak çatalla yapar’ ki dürümden oluşan bir yiyeceğe ne diye çatal verildiği yerken anlaşılır.
Bu sokak yemeğinin, demografik yapısı özellikle de Balkan göçmenlerinden oluşan İzmir'in, hiçbir yere benzemeyen kültürünün göstergelerindendir.
Kökeni konusunda rivayet muhtelif de olsa Osmanlı'ya beş yüz yıl kadar önce Yörüklerden ya da Balkan göçmenlerinden geldiği söylenir.’
*- ‘SUS’ DİYE AZARLANANLAR
“1915 de doğdu. Evde ağlayamazdı.
Hemen annesi. ‘Sus!’ diye paylardı.
Gülemezdi, bağıramazdı.
Babası, ‘Sus!...’ diye azarlardı.
Misafir gelince, ‘Ayıptır!, sus! ‘derlerdi.
Yabancı kimse yokken de evdekiler, ‘Başımı dinleyeceğim, sus!’ derlerdi.
Yedi yaşına kadar bu, böylece sürdü.
İlkokula gitti.
Derste bir şey soracak olsa, öğretmeni, ‘Sus!...’ diye çıkışırdı.
Derse kalksa, ‘Ne sorulursa onu söyle, çok konuşma!..’ derdi öğretmenleri.
On iki yaşına kadar da böylece sürdü.
*- İKİ KULAK, BİR AĞIZ VAR
Ortaokula gitti. Ağzını açacak olsa, büyükleri, ‘Her lafa karışma!’ dediler.
Müdür, ‘Söz gümüşse, sükut altındır!’ vecizesini öğretti.
Türkçe öğretmeni, ‘İki dinle, bir söyle... Bak, iki kulak, bir ağız var!’ dedi.
-Sus!...
-Sesini kes!...
-Çok konuşma!...
On beş yaşına kadar böylece sürdü.
*- DİLİNİ TUT
Liseye gidiyordu.
Burada öğrendiği en güzel şey ‘Essükütü hayrün mineddırdır’ sözü oldu. Yani ‘susmak, dırdırdan hayırlıdır.’
-Çok konuşma!...
-Sus!...
-Kes sesini!...
On dokuz yaşına kadar böylece sürdü.
Üniversiteye girdi.
Evde, ‘Büyüklerin yanında konuşulmaz!’ diye öğretiyorlardı.
Annesi, ‘Söz büyüğün, su küçüğün’ diyordu.
Profösör bir gün ona, ‘Dilini tut!...’ demişti.
Yirmi üç yaşına kadar böylece sürdü.
*- BURNUNU HER ŞEYE SOKMA
Askere gitti. Onbaşı, ‘Sus len!...’ diye bağırdı.
Çavuş, ‘Dırlanma! ‘diye azarladı.
Yüzbaşı, ‘Pısss!... Sısss!...’ dedi.
Karakola çağırdılar.
Polis, ‘Çok konuşma!’ dedi.
Komiser, ‘Sus be!...’ dedi
İşe girdi.
Arkadaşları, işaret parmaklarını dudaklarına koyar,
‘Şışşşt!...’ derlerdi.
‘Aman şışşşt... Aman sus, aman başın derde girer. Aman haaa!...’
Büyükleri, ‘Sen her şeye burnunu sokma!...’ derlerdi.
-Sen anlamazsın...
-Sana mı kaldı...
-Sen sus...
*- DİLİMİZ NEREDE¬?
Evlendi. Karısı, ‘Aman sus... Sen karışma!...’ derdi.
Sonra çocukları oldu.
Büyüdü çocukları, ‘Sen sus baba!... Çakmazsın bu işlerden...’ demeye başladılar.
Bu adam, biraz benim, biraz sizsiniz, biraz hepimiziz.
Eskiden kadınlar, kocalarına, kendilerine ‘dırdır’ etmesinler, ‘çok konuşmasınlar!’ diye ‘eşek dili’ yedirirlerdi.
O inanışa göre, ‘eşek dili yiyenlerin sesi’ çıkmazdı.
Bize de sanki ‘eşek dili’ yedirmişler.
Arayın bakalım, ağzınızda diliniz var mı?
Dilimizi yutmuşuz.
Dilimizi içimize sokmuşuz.
Ağzımız var, dilimiz yok.
Şimdi bu biraz bana, biraz size benzeyen adam söz hürriyeti istiyor. Konuşacak.
Ama ona, ‘Sus!...’ diyorlar.
İçimden, ‘Konuş... Konuş!... Konuş be!...’ diye bağırmak geliyor.
Ama ne konuşacağız, nasıl konuşacağız?
Dilimiz nerde?
*-
Yorumlar
Yorum Gönder