İZMİR'İN UNUTULMUŞ BİR KÖYÜ

YAŞAR EYİCE *- BİR BODRUM MASALI! Zafer Yümlü İzmirl önemli bir müzisyen. Ensemble Feverish Music International’ın kurucusu ve yöneticisi. Sorunlarını ve çalışmalarını bir zamanlar çok duyar ve paylaşırdım. Son aldığım haber Avrupa’da önemli bir müzik okulunun yöneticiliğini ve eğitmenliğini yaptığı idi. Dün akşam yine bir mektup attı. Şöyle diyor; ‘Merhaba Yasar Bey, Bu yazıyı size halkı ölüme terk edilmiş bir köyden yazıyorum. Burası Bayındır’ın Lutuflar köyü. Yaklaşık 600 nüfuslu bir köy. Lutuflar'ın da üzerinde bulunduğu Bayındır merkezden Kızılkeçili köyüne kadar olan bölgede toplu ulaşım yok. Büyükşehir belediyesinin yıllar önce koyduğu duraklar çürüyor. Bayındır’ın diğer tüm köylerine ise merkezden otobüs var. Benzinin bu kadar pahalandığı bir dönemde bu olayın yaşanması çok acı. Köyde sağlık ocağı var ama doktor keyfine göre geliyor. Ambulans yok İnsanların sağlık ihtiyacı karşılanmıyor. Köylü salak yerine konuyor. Bilginize sunuyorum. Saygılar…’ Kendini müziğe adamış Zafer Yümlü’nün mektubunu umarım ilgililer dikkate alır. Şimdi bazıları haberde ‘politika’ arayacaktır. Meraklısına söyleyeyim: Bayındır çok yıllar Adalet Partisi’nin kalesi idi. Komşu kent, ‘İl merkezi’ olmak için Bergama ile sporda ise Tire ile mücadele eden Ödemiş ise CHP’nin kalesi idi. Zamanla siyasi görüş değişti ve Bayındır CHP’li oldu… Ama asansör sistemi burada da kendini gösterdi çok az oy farkı ile son yıllarda Bayındır, AKP ile CHP arasında gider gelir oldu. Özellikle önceki dönemlerde İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı bölgeye büyük önem verdi, köylü ile üreticinin ‘babası’ gibiydi… AKP iktidarı da CHP kadar bölgeye sahip çıkıyor gibiydi. Ama sonuç ortada, olan köylüye oluyor, Zafer Yümlü’nün mektubundan öğrendiğimiz kadarıyla… Konuyu İzmir milletvekillerine götüreceğim ama hangisine? Hiçbiri ortada yok ki! Hepsinin de, belediyelerin de sayısız danışmanları var, acaba bu sorunları başkanlara, ya da milletvekillerine, bağlı oldukları birimlerin yetkilerini duyurmuyorlar mı? Düşünün dibimizdeki bir köyün ve köylünün sıkıntısını? Son çare, seslerini duyurabilmek, kamunun öğrenmesini sağlamak için bana mektup yazıyorlar… Zafer Yümlü’ye şunu anımsatayım: ‘Yakında yerel seçimler var. Göreceksin parti liderleri bile özellikle Bayındır’a gelecekler… Ve yine göreceksin, hepsi ‘Aaa öyle mi?’ diyerek, not alarak söz verecekler… Bakalım kim sözünü tutacak, ya da Bayındır köylüsünün güvenini sağlayarak oylarını alacak? Çok değil, yakın zamanda bunu öğreneceğiz… *- KANIT OLMADAN Şimdi de sizi Zafer Yümlü’nün ağzından bir hikâye(!) nakledeyim; Aziz Nesin memlekette %60'ın aptal olduğunu söylediğinde bir kişi kendisine hakaret edildiği gerekçesiyle Aziz Nesin'i mahkemeye vermişti. Mahkemede karşı savunmasında; ‘Evet doğrudur bu ifadeleri kullandım, ama ben %60'lık bir kesime söyledim, %40'lık kesime bir şey demedim. Bu beyefendi çoğunluğun içine girdiği fikrine nereden kapılmış acaba?’ der. Hakim de adama sorar: ‘Gerçekten sizi kastettiğine dair bir kanıtınız var mı....’ Haliyle adam olduğu yerde çaresiz, cevap veremeden kalır. Ve beraat eder yazar. Ama asıl finali müthiştir bu işin. Aziz Nesin mahkeme çıkışında kendisini bekleyen gazetecilere şunu söyler; ‘Memleketimiz insanlarının %60'ın aptal olduğu, mahkeme kararıyla onaylanmıştır.’ Aslında olay gerçektir, Yani hikâye değil… Birçok kişi olayı ve Aziz Nesin’i mahkemeye veren kişiyi biliyor. Ben de bilmeyenlere anımsatayım: ‘Aziz Nesin'i mahkemeye veren kişi ANAPlı Kültür Bakanı Agah Oktay Güner'dir.’ Siyasette bu tür olaylara ve davalara çok rastlanır… Araya sıkıştırayım; *- CENGİZ BULUT DA GAZA GELMİŞTİ Bornova’da ‘Papatya Falı’ ile tanıdığımız, dostumuz arkadaşımız Cengiz Bulut var. İki şeyi kaçırmaz bir Pazar ziyaretlerini, iki Cuma namazlarını… Bu konuda da çok anlatacaklarım var ama yeri değil… ANAP’tan hem Bornova Belediye başkanı hem de milletvekili olan Cengiz Bulut bir seçim kampanyası sırasında, kalabalığın gazına da gelerek rakipleri hakkında ‘Şöyle yaptılar, böyle yaptılar!’ diyerek, gazete haberlerini anlattı … Sonuç mu, gazete yanlış ve yalan bilgi vermişti… Taraf idi… Cengiz Bulut da mahkemelik oldu ve o sırada milletvekilliğinden düştüğü için ‘yüklüce’ bir ceza ödedi mahkeme kararına göre. Belki de arabasını bile satmak zorunda kalmıştı… Siz siz olun sakın kulaktan dolma laflara ve de politikacıların söyledikleri her şeye inanmayın.. *- TELEFONU YOK GİBİ! Bodrum ünlülerin gözdesi olmaya devam ediyor. Benim de herkes gibi Bodrum’da çok ahbabım var. Öğrendiğime göre, biri ‘Bu kalabalık çekilmez!’ diyerek, Gökova’ya taşınmış… Telefonla ‘Hayrola!’ ya da ‘Hayırlı olsun!’ demek için birkaç kez aradım ama kendisine ulaşamadım. Herhalde çok yoğun, sevdiklerini ağırlamakla meşgul… Gökova’da Muğla’nın yaşanılacak yerlerinden biri… Gökova denilince, aklıma hep Prof. Dr.Şadan Gökovalı geliyor. Hiç unutmuyorum; Bugün olduğu gibi bir yaz sıcağında Büyük Efes Oteli’nin önünde karşılaştık. ‘Sevgili Eyice, İzmir’de bu yaz sıcağında bile takım elbise ve kravatla gezen üç kişi vardır. Şunlar şunlar ve de sen!’ diyerek takılmıştı. Düşündüm, doğru… Emekli oluncaya kadar, işime ve insanlara saygımdan hep takım elbise ile geziyordum… İşte Prof. Dr. Şadan Gökovalı şair ve yazarlığının yanı sıra turist rehberliğinin duayenlerinden ve de Halikarnas Balıkçısı Cevat Şakir Kabaagaçlı’nın manevi oğlu idi… Şimdi de size ‘Bir Bodrum Masalı’ anlatacağım, okumayı ve müzik dinlemeyi, fotoğraf çekmeyi, denizi ve maviyi seven yeni Gökovalı arkadaşım bu hikayeyi (!) duydu mu, biliyor mu? Biraz uzunca olacak ama, tarihi gerçekler saklanamaz… Bu arada ‘Bodrumda gördüğünüz tüm evleri muhteşem bir şekilde saran begonvilleri kim ülkemize getirmiş?’ sorusunun yanıtını da bu masalda bulacaksınız… *- BAŞKA KONU YOK Kİ! Siyaseti ‘hayat sanan!’ bir dostumla bir akşamüzeri Bodrum’da denize karşı oturmuş hepimizin her gün konuştuğu mevzular laflıyoruz. Baktım bu sıkıcı konuşma uzayacak, ‘çalışmadığı bir yerden sorayım da lafın güzergâhı değişsin bari’ dedim; Arkamızda sıra halinde duran palmiyeleri göstererek, ‘Bu palmiyeleri buraya kim getirdi biliyor musun ?’ diye sordum. ‘Bilmem! Burada yetişmişler herhalde’ diye cevap verdi. ‘Hayır!’ dedim. ‘Burada yetişmediler, sonradan birisi getirdi onları buraya. Halikarnas Balıkçısı adını duydun mu ?’ ‘Duydum galiba!’ dedi. ‘İşte o getirdi. Ha sadece palmiyeleri değil, gelin çiçeği olarak bildiğimiz kalaları, begonvilleri, mimozaları da o getirdi, tam 45 değişik bitki türünü de. Mimozaların gelişinin en az kendileri kadar güzel bir de hikâyesi var. Prosper Mérimée’nin ‘Carmen’ novellasını Türkçe’ye çevirirken, esmer İspanyol kızlarının saçlarına küçük mimoza demetleri taktığını okur ve ‘Neden benim Bodrumlu esmer kızlarım da saçlarına mimoza demetleri takmasınlar’ diye düşünür. Paris’ten mimoza tohumları getirtir, onları Bodrum sokaklarına, bulabildiği her yere, rastgele eker. Bir süre sonra her yeri mimoza sarar. Bir gün, bir düğün alayında Bodrumlu kızların saçlarına mimozalar taktığını görünce de sevincinden havalara uçar.’ *- HAYIR, YAZARDI! ‘Botanikçi miydi?’ diye sordu, dostum. ‘Hayır, yazardı. Hem greyfurt tohumunu da ilk o getirdi memleketimize, böylece bu muhteşem meyveyle onun sayesinde tanışmış olduk.’ ‘Ondan önce greyfurtu bilmiyor muyduk yani?’ ‘Bilmiyorduk!’ Lafın burasında arkadaşımın merakı arttı: ‘Peki yolu nasıl düşmüş Bodrum’a bu Balıkçı’nın?’ ‘İstiklal Mahkemeleri’nin hem Bodrum’a, hem de Türk edebiyatına hediyesidir Halikarnas Balıkçısı. İlginç bir hikâyesi var, anlatayım sana’ dedim. Buraya yakın bir yerde, Girit’te 1886’da doğmuş, Cevat Şakir Kabaağaçlı, namı diğer Halikarnas Balıkçısı. Şakir Paşa’nın oğludur. Atina sefiri, validir aynı zamanda babası... Çocukluğu Yunanistan’da geçmiş. Oxford’da okumuş. Orada güzel bir İtalyan kadınla tanışmış, adı Agnezi... Sonra Agnezi’yi almış memlekete gelmiş. Afyon’da büyük bir çiftlik evine... Şakir Paşa evin her yerine birer silah saklarmış... Her an, her yerden bir düşman çıkabilir diye. Bu arada Agnezi’yle Şakir Paşa’nın memnu aşkı çoktan dedikodu olmuş düşmüş elin diline. *- UTANMIYOR MUSUN? Çiftlik evinde bir gece vakti Cevat Şakir, babasına çıkışmış; ‘O senin gelinin’ demiş, ‘utanmıyor musun?’ Babası ilişkiyi inkâr etmiş. Tartışma büyüyünce her birisi bir silaha davranmış, iki silah aynı anda patlamış, oğlun silahından çıkan mermi babayı bulmuş. (Selçuk Altun’un verdiği bilgiye göre, Agnezi’den Muttara adında bir kızı var, Cevat Şakir’in... Kızıyla birlikte İtalya’ya giden Agnezi, ona babasından bahsetmeyi yasaklamış. Muttara’nın da Çinzia adında bir kızı olmuş sonra, onun bahsettiğine göre anneannesi Agnezi, ölünceye kadar kayınpederi Şakir Paşa ile Büyükada’da çekilmiş bir fotoğrafı yatağının başından hiç eksik etmemiş.) *-BABA KATLİNE 15 YIL KÜREK CEZASI... Baba katili Cevat Şakir, çıkarıldığı mahkemede 15 yıl kürek cezasına çarptırılmış. Cezasının yedinci yılında ince hastalığa yakalanmış, serbest kalmış. Tekmil hikâyesini anlattığı hatıratından babasıyla arasında geçenlerden hiç bahsetmez. O bir sırdır, kimseye anlatmaz. Yıllar sonra Bodrum’dayken, uzaktan mektuplaştığı ve evliyken tutkulu bir aşk yaşadığı Azra Erhat’a itiraf eder 19 Aralık 1958 tarihli mektubunda ‘Babamı öldürdükten sonra kendime olan güvenimi kaybettim, . Kendimi o gün bugün yalan sanıyorum.’ *- YEDİ DİL BİLİNCE! Cumhuriyet yeni kurulmuş, Üsküdar’da bir evde yaşıyor, tam bir tutunamayandır Cevat Şakir. Zekeriya Sertel’in Resimli Hafta Dergisi’ne yazılar yazıyor, kitap kapakları yapıyor, bir yandan da tercümeler kazandırıyor Türk edebiyatına. Ne de olsa yedi dil biliyor. İstiklal Mahkemeleri kurulmuş, zira askere giden her nefer, üstüne urbayı geçirdikten sonra firar ediyor. Öyle ki Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak, Mustafa Kemal’e gidip dert' yanmış, “Paşam, leşkeri değil de milleti giydiriyoruz, bu işe bir çare” demiş. Kimsenin sırtında libas yok, askeri kıyafetleri giyen evin yolunu tutuyor. O yüzden kurulan İstiklal Mahkemeleri, firariler için kolayca idam cezası veriyor. Cevat Şakir de, o günlerde ‘Hapishanede idama mahkûm olanlar bile bile asılmağa nasıl gider?’ diye bir hikâye yazıp göndermiş dergiye. Tam o sırada Şeyh Sait isyanı patlak vermiş. *- ‘SON DEFA İSTANBUL'A BAK, BİR DAHA GÖREMEYECEĞİZ’ Ardından Şark İstiklal Mahkemeleri kurulmuş ve Ankara’da ‘Üç Aliler Divanı’ çalışmaya başlamış. Yazdığı hikâyeyle ‘halkı isyana teşvikten’ dolayı ‘Üç Aliler Divanı’na çıkarılmak üzere trenle yola çıktıklarında Zekeriya Bey’le, Kartal’da, ‘Son defa İstanbul’a bak, bir daha görmeyeceğiz’ demiş Cevat Şakir arkadaşına. Mahkemede Kel Ali ikisinin de idamını istemiş, Kılıç Ali karşı çıkmış, üçer yıllık kalebentlik cezasını uygun görmüşler iki yazara, Zekeriya Bey’in payına Sinop, Cevat Şakir’in de Bodrum düşmüş. *- ‘ÖLÜP NURDA YATACAĞIMA BODRUM'DA NURDA YAŞARIM’ Ankara’dan İzmir’e trenle iki er nezaretinde kolayca ulaşmış. O zamanlar Bodrum’a sadece denizden gidiliyor, karayolu henüz yok. Ama onu deniz yoluyla götürmüyorlar, ne de olsa o siyasi bir suçlu, ‘Denize atlar, Yunanistan’a kaçar, nemize gerek’ diye karayoluyla gönderiyorlar. Aylar sonra Milas’a ulaşmış. Milas’tan da ‘Başka yerde ölüp nur içinde yatacağıma, burada nur içinde yaşarım’ dediği Bodrum’a kadar yürümüş. Şansına iyi kalpli bir kaymakam çıkmış. Kaleye kapatmamış onu, çarşının içinde aylık kirası 25 kuruşa şirin bir Bodrum evinde cezasını çekmesine izin vermiş. Ve o saat cennete düştüğünü anlamış. Baştan ayağa Bodrum mavisine bulanmış! Yazı yazmış, koyları keşfetmiş, bitkilerle ilgilenmiş, balıkçılık yapmış, bir kayık almış bazen günlerce maviliklerde kaybolmuş. Bir süre sonra ‘denizde balık adam, karada ağaç adam’ olmuş çıkmış. Bitkilerle ilgili kitaplar bulmuş, okumuş, araştırmış, Avrupa’da bu işle ilgilenenlerle yazışmış, tohumlar istemiş, fidan bulmuş hepsini Bodrum’un her yerine ekmiş, dikmiş, sonra da ora ahalisiyle birlikte onlara gözü gibi bakmış. *- GÖZÜ ARKADA KALDI Bu sırada devlet, cezasının kalan kısmını İstanbul’da tamamlamasına karar vermiş. Gözü arkada kala kala İstanbul’a gitmiş, cezası bitince koşa koşa tekrar Bodrum’a gelmiş. Burada yeniden evlenmiş, belediyeye bahçıvan olarak girmiş, çocukları olmuş, onların eğitimi derken Bodrum’u bırakıp İzmir’e yerleşmiş mecburiyetten. İzmir’de de turist rehberliği işini ilk olarak o keşfetmiş. O yüzden bir diğer adı ‘pir-i rehberan’dır. 1945 yılında hemen hemen bütün ünlü yazar ve şair arkadaşlarına bir mektup yazmış ve belirlediği tarihte hepsinin İzmir’de olmalarını istemiş. Gelirlerse eğer onları deniz yoluyla cennete götürecek! *- İZMİR’DEN MAVİ YOLCULUK Çağrısına Sabahattin Eyüboğlu, Bedri Rahmi, Erol Güney, Sabahattin Ali, Samim Kocagöz, Fuat Erol Keskinoğlu ve Necati Cumalı cevap vermiş, aynı günde İzmir’de buluşmuşlar. Bir tekneye ekmek, peynir, su, İstanköy peksimeti, tütün ve çokça rakı alarak açılmışlar Ege Denizi’ne. Gazete okunmayacak, radyo dinlenmeyecek, mecbur olmadıkça karaya çıkılmayacak, bütün dünyayla ilişki kesilecek ve o zamana kadar hiçbirisinin gitmediği Bodrum denilen mavi cennette kaybolacaklar. Öyle de olmuş. Sonra aynı tarihte her sene bu gezileri tekrarlamışlar. Daha sonra geziye katılan Azra Erhat, bu yolculuğu anlatan kitabına ‘Mavi Yolculuk’ adını koyunca, o gün bugün Ege ve Akdeniz’de çıkılan ve günlerce denizde k
alınan seyahatlerin adı ‘mavi yolculuk’ olarak kalmış.’ Tabii bu bir Bodrum Masalı… İsteyen kendine göre yorumlarını yapar, isteyen ‘Hadi canım sende!’ deyip arkasına döner gider… Ama Gökova’ya ama Datça’ya ya da Çeşme’ye… Fakat Bodrum Masalı’nın konuşulacak, tartışılacak çok önemli paragraf ve cümleleri de var. Yani her biri bir ay boyunca konuşulabilir, başka örnekleriyle karşılaştırılabilir… *-

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

ACİLDEN DE ÖNCELİKLİ

OKULUN DUVAR GAZETESİNDE ATATÜRK

NEREDEYSE İÇ ÇAMAŞIRLARINI BİLE ALACAKLAR