DÜNYAYA DERT ÇEKMEYE GELMİŞ, İNSANOĞLU, YANİ BİZLER
YAŞAR EYİCE
*- DERT ŞİİRLERDE…
Doğan Prepol Poroviç’in yazarlığı dışında şairliği de var.
Duygusal yazıları da örnek alınacak gibi.
Yazdıklarından okumadım, bunu anlamış olacak ki, Foça Sevdalısı Servet Vural kardeşim, ‘Doğan Prepol’un ‘İnsanoğlu’ başlıklı yazısından bir alıntıyı göndermiş.
Birlikte okuyalım:
‘Dünyaya dert çekmeye gelmiş insanoğlu!
Fırtınada savrulan bir yaprak gibi,
Rüzgârın önünde, dalından kopmuş bir hüzün,
Ya da, dalgaların dövdüğü bir tekne misali…
Kaybolur engin denizlerde…
Kalabalıklar içinde silinir, kaybolur izleri.
Dertlerinden arınamaz, kurtulamaz bir türlü.
Zamanla siyah saçlarına, aklar düşer,
Bazılarının saçları ise tel tel dökülür.
Kemikleri erir, gövdesi çekilir usulca,
Ve insanoğlu, kendi faniliğinde kaybolur,
Derdini şiirlere, sözlere, türkülere döker,
Kimi rüzgara yazar acısını,
Savrulup gider, bilinmezliğe doğru,
Kaderi bu mudur insanoğlunun?
Bir hüzünle başlayıp,
Sessizlikle son bulan yolculuk,,,
(Doğan Prepol Poroviç)
*- BEKLENTİSİ YOK
‘Artık birçok şeyi geride bıraktım’ diyen Denizlili Kadir Gümüloğlu şöyle devam ediyor:
‘Mesela, anlaşılmak gibi bir derdim,
Ve sürekli kendini tekrar eden,
Kelimelerim yok!
Kimsenin hatasını gözüne sokmuyorum,
Hatasını göremeyen insanlardan,
Bir beklentim yok!
Evet, yine gönül kapım,
Arkasına kadar açık…
Ama kadir kıymet bilmezlere,
Davetim yok!
Dualarım sadece,
Sevdiklerim için…
Çünkü onlardan başka,
Şu dünyada servetim yok!
Ve kimde kalmışsa hakkım,
Asla helal etmiyorum…
Canımı yakanları, affetmek gibi,
Bir niyetim yok!...
*- HER ŞEY BİTER!
Bir önceki yazımda Orhan Veli Kanık’tan söz etmiştim.
Programıma göre bugün Yaşar Kemal’in ‘Yatak’ başlıklı bir öyküsünden söz edecektim.
Öyküleri, romanları arka arkaya yayınlanınca ün kazanmış ve edebiyatçılar tarihine adını yazdıran Yaşar Kemal’in çoğunlukla ‘korunaksız çocukları’ ele alması hep dikkatimi çekti.
‘Yatak’ta. Anılarının yordamıyla, korunaksız iki çocuğun umutlarına, güvencesiz yaşamlarına, görgü kurallarının eleştirisine uzanılıyor…
Yaşar Kemal, yaşamın ve toplumun umutlu bir geleceğe kavuşması için çaba harcadı…
Ama ben bugün yine de kısa da olsa kendisinden bir iki satırı paylaşayım:
“Denizde balık bitmez sandılar,
Denizde balık da biter, su da biter!
Bakmazsan, su gibi harcarsan,
Toprak da biter, havada biter…
Dünyada sersebil harcarsan,
Bitmeyecek şey yok!
Dünyada her şey biter!
Akıl bitince,
Dünyada her şey biter!
(Yaşar Kemal)
*- DEVİR DEĞİŞİNCE
Urla’da arka arka üç kayyım eskitildi, seçimlere kadar.
Şimdi, onlarca aday adayının arasından sıyrılıp gelen bir belediye başkanı var.
Türkçemize ve dilimize uygun saydığım için kısaca ‘kayyum’ dediğimiz, ‘kayyımlar’ için çok şeyler yazmışım.
Kimileri ‘iyi’ derken, bazılarının hem de AKP’lilerin şikayeti ile birinin nasıl görevden alınıp, hatta acil emekli edildiğini de yerli halk gayet iyi biliyor ve anımsıyor.
Benim anımsadığım ise çok yıllar öncesine gidiyor:
İzmir’de başlayan bir ‘siyasi akım’ ülkeye, hatta meclise taşınmıştı.
Tartışılan konu şu idi:
‘Belediyeleri de, valiler gibi atanmışlar yönetsin…
Böylece; imar yolsuzlukları başta olmak üzere, neredeyse muhtarlara varıncaya kadar partililerin haksız mal mülk sahibi olmaları önlenir.
İnanılacak gibi değil ama bu fikri destekleyenler kimlerdi?
Söyleyeyim:
Zamanın muhalifleri..
Yani zamana göre ‘solcu’ olarak nitelendirilenler.
Zaman daha doğruları görmemizi sağlıyor.
Şimdi ne deniyor?
‘Bizi atananlar değil, seçilenler yönetsin!’
Doğrusu da bu….
Ama seçilenler, bir iki kişinin adayı değil, hepimizin olmalı…
Sonra acısını hepimiz çekiyoruz…
‘Sen ben bizim oğlanla, bizim kızla’ bu işler yürüyemez…
Bizlere her yönden ‘sağlam’ ve ‘güvenilir’ insanlar, adaylar lazım…
Yoksa orası burası oynayanlar değil…
Bir günü, diğer güne oymayanlar da değil…
*- YİNE ÖYLE OLDU
Yıldız Arun, tıp doktoru…
Üniversiteler Kenti İzmir- Bornova’daki Ege Üniversitesi Hastanesinden hekimle bir akademisyen hekim…
Sanıyorum;
Çoçuk Hastalıkları Uzmanı…
Kendisini Alsancak’tan anımsıyorum, çünkü Babası Türkiye’nin Almanya’da eğitim aldığı ilk makine mühendislerinden, TCDD’nin Cer servis müdürü Nuri Arun, babamın arkadaşı ve benim de ortaokul zamanlarında ‘120 kuruş saat ücreti’ ile yaz tatillerinde çalışmamı sağlayan önemli biriydi…
Bunu sonradan öğrendim…
Doktor Yıldız Arun’u ‘ressam’ olarak tanıdım.
Baktım, İzmir’i dünyanın dört bir yanında, eserleri ile tanıtan bir ressamımız var!
Hatta bir defasında, ‘Neden İzmir, İzmirli Dr. Yıldız Arun’dan yararlanmıyor?’ diye bir yazı yazdığımı da anımsıyorum.
Son on yılda belki de on kez kişisel ya da karma sergilere davet ettiğinde başka yerlerde olduğumdan bir arada olamadık.
Yani kendisini kutlayamadım…
Yine öyle oldu!
*- EN BÜYÜK YANILGI
Doktor- Resam Yıldız Arun, geçenlerde mesaj attı:
‘İzmir’de iseniz sizi Urla’daki sergimize bekliyoruz!’ diye…
Ulusal Kadın Sanatçılar Karma Sergisi ‘Zamansızlık’ın adı altında, Urla Belediyesi Aryom Kültür Merkezi Sergi Salonu’nda Küratör Yıldız Arun yönetiminde 21 Ekim’e kadar açık kalacaktı.
Alfabetik olarak isimleri yazılan ‘Ulusal Kadın Sanatçılarımızı’ saydım:
49 önemli isim…
Sosyal medyada da dikkatimi çekti…
Hep ünlüler orada…
Peki ‘Zamansızlık!’ ne demek?
Ne anlama geliyor, resimde, sanatta…
Bunun açıklamasını da Doktor-Ressam – Ulusal Kadın Sanatçılar Karma Sergisi’nin Küratörü Yıldız Arun’a kulak verelim:
“Zaman insanın en büyük yanılgısı:
Bizi ölçülere, takvimlere, saatlere tutsak eden görünmez bir zincir.
Geçmiş, belleklerimizde anılar dizisi; gelecek ise olasılıklar karmaşası…
İçinde bulunduğumuz an bile, geri dönülmez bir şekilde kayıp gitmekte…
Sanat, bu akışı durdurabilen, ya da hızlandıran, adeta insan zihniyle yarışan, olasılıkların görsel duyusal yansıması, sonsuz bir şimdide var olmasıdır.
Çağdaş sanat, doğrusal bir zaman gizgisine karşıdır.
Bu sergideki yapıtlar, her izleyicinin kişisel deneyimi ile yeniden şekillenen çok katmanlı bir zaman algısıyla belki de zamanı eritip, başka boyutlara kapı açmakta, dün ile yarın arasındaki sınırları bulanıklaştırmaktadır.
Zamansızlık, tüketim odaklı hız çağına karşı bir duruş olarak okunabilir…”
*- KARDEŞ KULÜPLER
İstanbul’da beni ‘Sarıyer’li, daha doğrusu geçen yılın şampiyonlarından ‘Lacivert- beyazlı Sarıyersporlu’ sanıyorlar, o kadar başka kulüp, hatta üç büyükler denen, Beşiktaş, Fenerbahçe, Galatasaray varken…
Nedeni, aracımda, dikiz aynasına asılı ‘Lacivert- beyazlı’ bir bayrak, flama…
Aynen bir zamanların ünlü birinci lig takımı (Süper lig yoktu, onun yerine) Sarıyer’in flaması gibi…
Ama ben İzmirsporluyum…
İzmirspor’un rozeti de aynı, Sarıyer’in gibi…
Hatta aklımdan geçen şu:
Nasıl belediyeler, birbirleriyle ‘Kardeş Şehir’ anlaşmasını yapıyorlarsa, İzmirsporumuz da, aynı renk ve formasıyla İstanbul takımı Sarıyer ile kardeş kulüp olabilir.
Mühim olan adım atmak…
İşte benim takımım, dört yıl basketbol takim koçluğunu da (coach) Yusuf Düvenci ile birlikte yaptığım İzmirspor’un ‘Sezon açılış’ törenine davet aldım.
İdari Müdür, bir zamanlar birlikte çalıştığım, eski spor yazarlarından Ali Kıray, İzmirspor’un 2025-2026 sezon açılışının’ davetiyesini göndermiş, son zamanda gördüm:
’11 Ekim Cumartesi günü saat 16.00’da İzmirspor Osman Kibar Spor Kompleksinde gerçekleşecek ‘sezon açılış’ töreninde’ sanıyorum, Kulüp Başkanı Av.Mustafa Kılıç yaptıklarını ve yapacaklarını, kulübün vizyonunu da anlatacaktır.
Son zamanlarda eski futbolcularımızdan büyük kayıplar oldu.
Bunları biliyoruz…
Hepsini ve gelişmeleri Ali Kıray sosyal medyadan tanıtıyor, anımsatıyor.
Umarım İzmirspor, tekrar eski şampiyonluklarını anımsayarak, sağlam adımlarla tekrar layık olduğu yere çıkar.
Zamanımızda sistem belli:
‘Koş, vur, hedefi tuttur!’
Bu kadar basit…
Diğer anlatılanların hepsi hikaye…
Tabii bu disiplin ve sıkı çalışma ile olur, oturmayla değil…
Koşan, mücadele eden, yorulmayan…
İzmirspor böyle olmalı…
*- SIRADAN İNSAN VE SONUÇ ·
1908 yılında, Almanya’da sakin bir mutfakta, hayal kırıklığına uğramış bir ev hanımı sabahları sonsuza dek değiştirecek bir karar aldı.
Melitta Bentz, acı ve fazla demlenmiş kahveden bıkmıştı.
O zamanlar kahve yapmak, öğütülmüş kahveyi doğrudan suyla kaynatmak anlamına geliyordu; bu da fincanda tortu ve telve kalmasına neden oluyordu.
Perkolatörler durumu düzeltmiyor, aksine daha da kötüleştiriyordu.
Sonra bir sabah, Melitta yaratıcı bir fikirle harekete geçti.
Oğlunun defterinden bir parça kurutma kâğıdı aldı, altı delinmiş pirinç bir tencerenin içine bu kâğıdı yerleştirdi ve üzerine sıcak su dökerek kahveyi demledi.
Ne mi oldu?
Pürüzsüz, tortusuz, mükemmel bir fincan kahve.
Mutfaktaki bu küçük deneyim bir devrime dönüştü.
Melitta aynı yıl buluşunun patentini aldı, kocası ve oğullarıyla birlikte bir şirket kurdu ve 1920’li yıllara gelindiğinde Melitta kahve filtreleri tüm Avrupa’da kullanılmaya başladı.
Ne bir laboratuvardaydı, ne de beyaz önlük giymişti.
Ama dünyanın sabaha nasıl başladığını kökünden değiştirdi.
Bugün Melitta markası hâlâ başarıyla yoluna devam ediyor.
Ve onun hikâyesi?
Büyük fikirlerin çoğu zaman sıradan anlarda doğduğunu biraz hayal kırıklığı ve bolca yaratıcılıkla beslendiğini hatırlatıyor.
*- TÖRE ve CEZASI
Memleketin birinde töre varmış.
Her şey töreye uygun yapılırmış.
Buna göre elden ayaktan çekilip üretim dışı kalmış ihtiyarlar ücra bir köşede hayata veda etmeye bırakılıyormuş!..
Töreye uymayanlar ise ceza olarak canlarından oluyormuş!..
Uygulama çok katıymış karşı çıkmak kimsenin aklının ucundan bile geçmiyormuş.
Bu ülkede bilge bir adam ve onu çok seven bir oğlu varmış.
Adam belirli yaşı aşınca, oğlu onu sırtlayıp, ormanın derinliklerinde bir yere getirip bırakmış.
Tam dönecekken
‘Baba şimdi nasıl geri döneceğim, ormandan çıkışı nasıl bulacağım?’ diye sormuş.
Babası
‘Oğlum” demiş. “Sen beni sırtında taşırken, ağaçlardan kuru dalları koparıp, geçtiğimiz yerlere bıraktım. Onları izleyerek yolunu kolayca bulursun !..”
Oğul içinden
“Bu adama kötülük yapılır mı?” diye geçirerek kuru dallar sayesinde kolayca evine ulaşmış.
Babasının ormanda açlık ve susuzluktan ölmesine gönlü razı gelmediğinden, töreye, yasaya aldırmaksızın yiyecek içecek götürmeye başlamış!..
Günler günleri kovalarken, oğul her gidişinde, babasını ülkede olup bitenlerden haberdar ediyormuş.
*- SORUNUN CEVABI
Bir gün tellallar yollara dökülüp, “Her kim tokmaksız davul çalmayı başarırsa, hükümdarımız onu vezir yapacak” diye bağırmaya başlamışlar.
Oğul bunu babasına iletince yaşlı adam
“Bundan kolay ne var oğlum” demiş. “Davulun içine arı doldur, hükümdarın huzuruna çıkınca, davulu yuvarla, yeter!..”
Oğul da bunu yapmış ve vezirliği kapmış!..
Doğal olarak bunu babasından öğrendiğini de kimseye söyleyememiş!
Günler geçmiş, devran dönmüş, tellallar yine yollara koyulup
“Her kim külden urgan yapmayı becerirse, padişahımız ona sadrazamlık verecek” diye duyurmuşlar.
Tabii oğul yine babasına koşmuş.
Bilge, “Oğlum! Urganı taşa koyar üzerine gazyağı döküp tutuşturursun. Al sana külden urgan !..” demiş .
Böylece oğul sadrazamlık mührünü bu kez de kimseye kaptırmamış!..
*- YENİ DUYURUNUN SONUCU
Bir süre sonra yeni bir duyuru yapılmış
“Her kim kağıtta ateş taşırsa, hükümdarımız kızını ona verecek!..
Koca ülkede hiç kimse çözüm bulamayınca oğul, soluğu babasının yanında almış.
Bilge ona da çözüm bulmuş
“Çok kolay oğlum! Kağıttan bir fener yapar, içinde de mum yakarsın. Al sana kağıt içinde yanan ateş !..”
Oğul bu imtihanı da başarıyla geçince padişah
“Sen bunları kendi aklınla çözemezsin. Sırrını açıklarsan, hem kızımla evlendireceğim, hem de hiçbir ceza vermeyeceğim” demiş .
Babasını çok seven kadirbilir oğul da her şeyi açıkça anlatmış .
Padişah dikkatle dinledikten sonra
“Demek ki yaşlılarımızın beden güçlerinden değilse bile, akıl ve deneyimlerinden yararlanabilirmişiz” diyerek, töreyi kaldırmış !..
Değerli yazar rahmetli Şadan Gökovalı'nın anlattığı masaldan çıkaracağımız payın açıklanması da, filozof Kant'tan gelsin
Yaşlanmak bir dağa tırmanmak gibidir...
Çıktıkça yorgunluğunuz artar, nefesiniz daralır, ama GÖRÜŞ AÇINIZ GENİŞLER…
*-





Yorumlar
Yorum Gönder