VERİLEN SÖZ NAMUSTUR
YAŞAR EYİCE
*- GIKIMIZ ÇIKMIYOR
Mehmet Sadık Kırımlı edebiyat ve sanat sevdalısı bir emekli.
Sayfasında bizleri yaşatıyor, sessizlere ses veriyor.
Bir kadının ‘Gıgımız çıkmıyor!’ başlıklı bir videosunu izledim.
Kadın güzel ve akıcı Türkçesi ile başımızdan geçenleri, yani yaşadıklarımızı tek tek anlatıyor ve hepsinin sonunu ‘gıkımız çıkmıyor!’ diye bağlıyor.
Bağlasa ne olur bağlamasa!
Benimle birlikte 4 kişi izlemiş, birisi ‘Cok önemli bir paylaşım,’ diyerek teşekkür etmiş.
Ben de ‘Gıkımız çıkmıyor!’ a bir eklenti yapayım:
‘Urla’da öğleden sonra saat 14.30 cıvarı.
Önceki kayyım, şimdi sade Kaymakam’ın emri ile birçok sokak ve ana cadde trafiğe belli saatler içinde kapalı.
Güzel ama, ya yangın çıkarsa, ye aklımızdan geçmeyen bir facia olursa, bir insanımız hastanelik olursa… Bunları ekleyerek sıralamak mümkün.
Mümkün olanı önceden birçok kentimizde yaşadık. Benim tanık olduğum Bornova ve Balçova ilçelerimizde kefeteryalarda çıkan yangınlarda sayısını unuttuğum kadar çok öğrenci ve insanımızı bu ‘kapalı yollar yüzünden kaybettiğimiz.
Kartalkaya yangınında gördük, yetkilerin uyarı yapıp, alevleri kontrol altına alacak yerde nasıl kaçtıklarını.
Konum bu değil, bir ön bilği…
Kaymakamın talimatı ile kaç zamandır, kente ya da çarşıya gelen araç sahiplerine kolaylık ve yol gösterileceğine o kadar çok görevli trafik memuru, sadece düdük çalarak ‘Yasak’ yani ‘Yürü’ işareti yapıyor.
Bir saniye durup, annesini, eşini, çocuğunu almasına yerdımcı olmuyor.ü
Bunu da geçelim, esasa geleyim;
Belirttiğim saatte buraya, yani belediye binasına 150 metre uzaklıkta bir dönel kavşak var.
Metrobüs gibi uzun biri belediye otobüsü dönemiyor.
Tabii trafik allak bullak…
Kuyruklar oluşuyor…
Korna ile uyarı işaretleri de boş…
Hani, meydanda durana düdük çalarak el kol işarete yapan görevliler var ya, biri o yana doğru
15- 20 metre yürüse, bir de uzun düdük çalsa , mekanından olayları seyreden esnaf hemen aracını çekecek, ama herkesle ahbap işyeri sahibinin umurund
Kadının dediği gibi hiç kimsenin, ‘Bu ne rezalet!’ diyerek gıgı bile çıkmıyor.
Herkes dakikalarca beklerken, trafik de yoğunlaşıyor.
Ama bu arada görevini yapan de var…
Bu ana caddede görevli motorlu trafik polisi yol kenarında, trafiği engellemeyecek şekilde geçici park etmek zorunda kalan özellikle yabancı plakalı araçların fotoğraflarını sırayla çekiyor.
Uyarı falan yok.
Ben gördüm, ‘Bana izin verir misin, aracımda ayrıca Cumurbaşkanlıği İletişim Başkanlığından verilmiş, mühürlü plaka da var, birine iki dakika bakıp çıkacağım’ dedim.
Sözde ‘Bana beş dakika’ izin verdi!
‘Bak tam beş dakika sonra geleceğim!’ dedi.
‘Tamam’ diye anlaştık..
Ben de ‘Madem istemiyorlar, bir park yeri bulur gelirim’ diye düşündüm.
Yani bir dakika sonra arkasından hareket ettim.
Ama ne oldu, ‘Verilen söz uçtu..’
Japonlar ne demişlerdi, ‘Söz uçar, yazı kalır!’
Yazı tabii kaldı, ceza olarak….
Kadının dediği gibi ‘Gıkım cıktı mı? Çıkar mı?’
Yasa açık, üç defa uyarı yapacaksın, sonra gerekiyorsa cezayı yapıştıracaksın, imzan da olacak, görülür bire yere de makbuzu yapıştıracaksın…’
Ceza anında yazılmıyor, akşam mesai bitmeden önce, fotoğraflara bakılarak gereken yapılıyor.
Belki de o araç, ‘geçici’ olarak yarım dakika önce gelmiş, beş dakika dolmadan yoluna devam etmişti.
Aklıma Urla’da yaşayan usta gazeteci, polis dostu Ünal Tümin geldi.
Eski Tercümancı…
Tercüman’ın haber müdürü…
Aynı yerde bir iki yıl önce görevli memura kendini tanıttıktan sonra 10-15 dakika ‘park izni’ istemişti.
Yaşlı başlı, babası yaşındaki Ünal Tümin’i kırmayan memur, ‘Tabii ‘ demişti.
Sonrasını sözde izinli (!) Ünal Tümin eline gelen ödemi emrinden, bana anlatmıştı.
Aradan bir iki kişi çıkar…
Ama şunu unutmayalım, ‘Resmi kıyafetli olsun olmasın, devletten maaş alan, yani bizim vergilerimiz sayesinde rızkına kazanan kim olursa olsun, yanlış yapamaz.
Çünkü onu şahsında, bizler ‘devlet’ olarak görüyoruz
Devlette verilen söz geçerlidir ve namustur…
Buna dikkat etmek ve uymak lazım…
Görüyorsunuz, ne kadar muhalif varsa bile, CHP Genel Başkanı Özgür Özel bile ‘Bunlara de bir alkış’ diyerek, sıcakta- soğukta her türlü olumsuz koşullarda çalışan bu memurlarımıza moral aşılamaya çalışıyor.
Hiç kimsenin ‘gıkı’ çıkıyor mu?
Belki sizlerin de ‘gıkı çıkmayan’, ‘eyvallah!’ dediğiniz ne olaylar geçmiştir başınızdan…
Yazın değerlendireyim, üst yönetimlerin dikkatini çekeyim, belki birilerini faydam olur.
*- ÖZVERİ İSTER
Belirttim, TRT’den emekli, edebiyatçı ve şair Mehmet Sadık Kırımlı Ankara’da yayımlanan ‘Lacivert’ isimli ‘öykü ve şiiir’ dergisini anlatmış:
“Yazına, sanata emek veren, 20 yıldan bu yana yayımını Ankara’dan sürdüren bir dergi; LACİVERT.
Günümüz koşullarında bir yazın-sanat dergisinin bunca yıldır sürüyor olması elbette övgüye değer.
Benim de severek izlediğim bir dergi Lacivert. Özveriyle, özenle, içtenlikle, sevgiyle Lacivert’i çıkaran, okurla buluşturan TÜMAY ÇOBANOĞLU’nu, emek veren danışma ve yayın kurulunu kutluyorum…’ demiş…'
Bu bilgilendirmeye yorum yapan Yunus Yaşar’,ın gerçekleri dile getiren şu satırları da benim için çok önemli.
Çünkü memleketimizin bir gerçeğini özetlemiş:
‘Dergi çıkarmak bir aşkı yaşamaktır.
Bu aşkı yaşamak uğruna; ben de 90'lı yıllarda Antalya'da bir kara sevdaya tutuldum…
‘Kırkmerdiven’ ve ‘Müdafaa-i Hukuk’ dergileri uğruna aç kaldım, uykusuz kaldım.
Kağıt ve mürekkep kokularını çektim ta iliklerime.
Kağıt parası, matbaa parası…
Abonelere ulaştırma telaşı..
Yeni sayıları çıkara bilmek adına dergileri satma telaşı…
Bir sayı da çıksa, beş sayıda çıksa ‘olacağı buydu!’ dememeli.
Bir derginin her sayısı yokluğa karşı kazanılmış bir zaferdi bizim için. Kaldı ki, "Lacivert’ gibi uzun soluklu dergilere emek verenlere büyük saygı duyuyorum.
Yüreklerine sağlık.
Emeği geçen bütün arkadaşlara Tümay Çobanoğlu şahsında selam ve saygılarımı sunuyorum.
Yolu açık, raf ömrü uzun olsun…’
İşte bu kadar…
Ama bir de bu konunun sahtekarları var…
‘Duayen!’ diye kendilerini gösterip, kurumları, iş insanlarını, belediyeleri öyle güzel çarpıyorlar ki, onlar değil, benim yüzüm kızarıyor.
Bunları da arada yazımın içine sıkıştırıyorum ama boşuna, çünkü ‘Gık’ diyen çıkmıyor.
Şimdi bu anlatımlardan sonra yanımdaki ‘Karşıyakalı Sarışın’ın modunu açıklayayım;
Dediğine göre!
‘Bu yaştan sonra modum:
Biri beni yanlış mı anladı?
- Aman boş ver, anlasın!
Küstü mü?
- Bana göre hava hoş, kendi bilir!
Konuşmak mı istemiyor?
- Pekala, hiç problem değil!
Artık tamamen çizgin bu, kafam kaldırmıyor!
İnsanları pış pışlamaktan vazgeçtim, yoruldum…”
Son söz;
“İyileşmek, her şeyin yoluna girmesi değil, o şeylerin artık seni alt üst etmemesidir.”
*- HEPSİ BU KADAR
Zehirsiz Sofralar Mümkün!
Tabağımıza gelen her lokmanın ardında bir hikâye var.
Bu hikâyeyi doğaya ve sağlığa zarar vermeyen bir şekilde yazmak elimizde.
Zehirsiz Sofra nedir?
Doğayı kirletmeden, zehirli tarım ilaçları kullanmadan üretilen gıdalarla hazırlanan; hem insanı hem gezegeni koruyan bir sofradır.
Neden Önemli?
Tarımda kullanılan pestisitler toprağı, suyu ve havayı kirletiyor; canlı yaşamını tehdit ediyor.
Soframızdaki tercihler, bu döngüyü değiştirme gücüne sahip.
Siz de Zehirsiz Sofralar Kurmak İçin:
Mevsiminde ve yerel üreticiden alışveriş yapın,
Zehirsiz üretim yapan çiftçileri tercih edin,
Etiketleri okuyun, ne yediğinizi bilin,
Gıdanızı israf etmeyin,
Her tabak bir seçimdir.
Zehirsiz bir yaşam mümkünse, neden başlamayalım?
Yani özetle:
Zehirsiz Sofra, Toprağa Saygı, Sağlıklı Gıda, Çöpüne Sahip Çık, Doğayı Koru, PestisitsizTarım…
İşte hepsi bu kadar!
*- NASIL BİLİYORDU?
Türk kültürel ve entelektüel yaşamında gerçekten çok yönlü bir figürün mirasına sahip, şehir tasarımına yaptığı katkıları ile birlikte hayata dair esprili ve felsefi düşünceleriyle tanınan, ünlü bir mimar, yazar ve köşe yazarıydı Aydın Boysan…
Kendisine gerçekten hayran olduğum üç beş ünlüden biriydi.
Kendisine ‘Çiçeklerle bezeli balkonundan... İstanbul’u Nasıl Bilirdiniz?” diye sorduklarında şu yanıtı vermiş;..
“Ben Sıraselviler'in selvilerini görmedim ama, Şişli Sıracevizler'in ceviz ağaçlarını, bilirim.
Şişli-Zincirlikuyu arasının, dut bahçeleriyle dolu olduğunu, bilirim.
Şimdi Taksim'de İnönü Gezisi olan yerde, görkemli bir kışla binası olduğunu, bu kışla avlusunda İstanbul'daki futbol milli maçlarının yapıldığı tek stadyumumuz olduğunu bilirim.
Nüfusu bir milyona varmayan İstanbul'da yaşamanın rahatlığını, şehrin her yanına birkaç kuruşa tramvayla gidilebildiğini, bilirim.
İstanbul nüfusunun tarihte ilk kez 1950 yılında bir milyonu aştığını, bilirim.
Daha önce Bizans ve Osmanlı imparatorluklarının başkenti olarak bile bir milyonu aşmadığını, bilirim.
*- YILLARCA DEĞİŞMİYORDU
Her caddenin, her semtin aşçı dükkanlarıyla dolu olduğunu, her aşçıda elbasan tavadan çiçek bamyaya kadar zengin tencere yemeği çeşitleri olduğunu, bilirim.
Sebze yemeklerinin yıllarca fiyatı değişmeden 7,5 kuruş, et yemeklerinin 12,5 kuruş olduğunu bilirim.
Topkapı surları dışında hemen bağların başladığını, beş kuruş verip bağın kapısından girenin patlayıncaya kadar üzüm yemeye izinli olduğunu, bilirim.
Yedikule marulunun, Kanlıca yoğurdunun, Beykoz paçasının lezzetini unutmam.
*- OLTAYI ALINCA
At kuyruğu kılından olta yapmayı, bilirim.
Samatya'dan kürekle Ahırkapı'ya girip çapari salladığımızı, istavrit çıkarsa uskumru olmayacağı için, hemen olta toplayıp geri döndüğümüzü bilirim.
Palamut yiyenlerin ağzının tadını bilmezlikle aşağılandığı zamanları bilirim.
Lezzetli ve ucuz balık bolluğu yüzünden, tutumlu insanlar çarşısı Samatya'da levrek ve kalkanların bütün olarak, nefis kılıç balıklarının ise dilimlenerek satıldığını, bilirim.
*- KEBAP ÖNCE ve SONRASİ
Bu nedenlerle, İstanbul'un Samatya ve benzeri semtlerinde kebap denen yiyeceğin tanınmadığını bilirim.
İnsanların sanki mahşerdeymiş gibi çoğalmasıyla birlikte lezzetli balıkların iyice azalması sonucu olarak, İstanbul'da kebap istilası yaşandığını, bu nedenle İstanbul tarihini:
1- Kebaptan önce,
2- Kebaptan sonra olarak ikiye ayırdığımı, unutmam.
Nüfus artışı yüzünden bir şehrin yoğunluğu azdırılmışsa, tarihe ve insanlara karşı bu davranışı sıfatlandırmak için ihanetin ötesinde bir sıfat aranması gerektiğini, bilirim.
Hay bilemez olsaydım!- A.Boysan”
*- DUYGUSALLIK
Tülin Özonay duygu yüklü bir arkadaşımız.
Onu daha iyi tanıtabilmek için, fotoğrafıyla paylaştığı bir olayı nakledeyim:
“Mısır’ın en çok kazanan doktoru idi
Bir gün muayeneye gelen çocuğa iğne vurması gerekiyordu, iğne paralı idi
Anne, ‘Bu iğneyi alırsam, bir ay açız!’ deyince büyük kardeşi camdan kendini aşağı attı!
İntihar ederken, ‘Anne kardeşime iyi bak!’ dedi
İşte her şey ondan son DUra değişti Meşali için.
Kardeşini yaşatmak ve sofradan bir tabak eksiltmek için kendini feda eden kardeşi hiç unutmadı Doktor Meşali.
*- GİYİMİNİ BİLE DEĞİŞTİRDİ
Zengin muayenehanesini kapattı!
Mısır’ın en fakir mahallesinde muayene açtı, tüm hastaları ücretsiz muayene etti
Özellikle çocukları.
Marka kıyafetlerini çıkardı, onlar gibi giyindi.
‘Fakirlerin Doktoru’ olarak onu tüm Mısır, Tüm Tıp Dünyası tanıdı.
Bu dünyadan bir Adamoğlu ADAM GEÇTİ;
Fakirlerin, Kimsesizlerin doktoru Muhammed Abdülgaffar Meşali…”
Tülin Özonay bunları anlattıktan sonra şöyle diyor:
‘Dini, dili, rengi ne olursa olsun iyiler iyidir.
Mekanın cennet olsun Doktor Meşali…’
Bir zamanlar İzmir’in Kahramanlar semtinde de böyle bir doktor vardı.
Haftada bir gün hiçbir hastasından ücret almıyordu.
Sonra şikayet edenler çıktı.
Kimler mi, tabii ki bir iki meslektaşları…
Ancak özellikle Roman hastaları buna şiddetle karşı çıkmışlardı…
*- PORTOFİNO
Tülin Özonay’ı hemen bırakmadım..
Muhteşem şarkı 'Portofino'nun hikayesini öğreninceye kadar.
Bu arada nedenini söyleyeyim:
Ben de meraklılar arasına katılarak bir keresinde bu kente Portofino’ya gittim.
Daracık, kıvrımlı dağ yollarından inerken şoför, ‘Portofino’yu seslendiren değişik isimli sanatçıları dinleterek bizlerle tanıştırdı.
Küçük bir koy, dağın dibinde…
Nasıl İstanbul Boğazi’nde yukarıları doğru ik yollar ve konaklar var ya, öyle diyebiliriz.
Tabii ki, o villaların sahipleri de dünyaca ünlü kişiler.
Neyse bu kısmını bırakıp sözü Tülin Özonay’a verelim:
*- BODRUM YANINDA KRALİÇE KALIR
“1959 yılı başlarında, Cenova yakınlarında küçük, sıradan ama sevimli bir balıkçı köyüdür PORTOFİNO...
Sonra bir gün, Vittorio Palentieri diye bir italyan çıkar sahneye. oldukça hüzünlü sesiyle o muhteşem şarkısına başlar...
‘Aşkı portofino'da buldum!’der…
“I found my love in portofino Perche nei sogni credo ancor Lo strano gioco del destino A portofino m'ha preso il cuor…”
Öyle bir patlar ki şarkı tüm dünyada, İtalyanca bilen bilmeyen herkes sözlerini çılgınlar gibi ezberler.
‘Portofino…’ diye inler ortalık.
20.yy' lın en sevilen şarkısı olur...
Bununla kalmaz şarkı, aynı zamanda adını aldığı o kıyı köyünü de dünya turizminin göz bebeği haline getirir.
Zaten o yıllar dünyada da savaşın yaralarının artık sarılmaya başlandığı, turizmin yeni yeni patladığı yıllardır.
Vee aşırı gelişmiş bir turizm şehrine dönüşür Portofino...”
Vee de, Tülin Özonay, ‘Şimdi Andrea Bocellı'nin enfes yorumuyla ve tek başına hazırlanan harika bir klip eşliğinde geliyor karşınıza…’ diyerek videoyu yazısına ekler…
*-
Yorumlar
Yorum Gönder