HALİFELİK İLE BİRLİKTE EZİYET BAŞLADI
YAŞAR EYİCE
*- KEŞKE SKEÇ OLSA!
Usta komedyen Levent Kırca’nın yıllar önce yaptığı bir skeç yeniden gündemde.
Konu: Sahte diplomalar.
Skeçte sahte polis, sahte doktor, sahte hastane hatta sahte hasta bile vardı.
Yıllar sonra anlıyoruz ki Kırca aslında sadece güldürmüyor, bugünü tarif ediyormuş.
Aradan geçen onca yılda tek fark şu:
O zamanlar bu sahte işler sadece skeçlerde olurdu, şimdi ise haber bültenlerinde.
Bir zamanlar ‘Aman canım bu kadar da olmaz’ dediğimiz sahneler, bugün ‘Daha neler olacak?’ diye sorduruyor.
Demek ki bazı sanatçılar sadece gülümsetmez; tarihe not düşer, geleceği görür. Biz de bugün dönüp izlerken hem gülüyoruz hem de ‘Keşke sadece tiyatro olsaydı’ diyoruz.
*- TÜRK BAYRAĞI DİKİLİYOR
Manisa Büyükşehir Belediyesi, şehit kabirlerine yönelik başlattığı bakım, onarım ve tel çit çalışmalarını sürdürüyor.
Mezarlıklar Bakım Onarım Şube Müdürlüğü ekipleri, Saruhanlı ilçesinde bulunan şehit Astsubay Halil Çelikel, Piyade Er İbrahim Gülcan ve Piyade Ege Süleyman Görece’nin kabirlerini ziyaret etti.
Şehit kabirlerinin tamamlanan yenileme çalışmalarını yerinde inceleyen ekiplere, Şehit Halil Çelikel’in babası Necati Çelikel de eşlik etti. Necati Çelikel, yapılan çalışmalardan duyduğu memnuniyeti dile getirerek, “Büyükşehir Belediyesi sağ olsun yaptığı çalışmalar çok güzel olmuş” dedi.
İl genelindeki şehit kabirlerinin bakımlarının yapıldığını söyleyen Manisa Büyükşehir Belediye Başkanı Besim Dutlulu, ‘Vatan uğruna canlarını feda eden aziz şehitlerimizin kabirlerini baştan sona yeniliyoruz. Özellikle kırsal mahallelerimizde bulunan şehit mezarlarını özenle yeniledik; her birinin başına, uğruna can verdikleri al bayrağımızı diktik. Bu toprakları bize vatan kılan kahramanlarımıza olan vefa borcumuzu hiçbir zaman ödeyemeyiz. Onların hatıralarına sahip çıkmak, bizim için bir sorumluluk değil, bir şeref meselesidir. Tüm şehitlerimizi saygı, rahmet ve minnetle anıyorum. Ruhları şad, mekânları cennet olsun’ dedi.
*- BİRAZ DA TARİH
Şimdi tarih bilgimizi yenileyelim, gerçekleri anımsayalım:
Osmanlıyı 1299 yılında Oğuz Türklerinin Kayı Boyu kurmuştur.
Osmanlı imparatorluğu;
- 1299 da kurulmuş, 1579'a kadar 3 asır yükselmiş...
- 1579 dan 1699 kadar, 1 Asır duraklamış.
- 1699 dan 1919 kadar; gerilemiş ve yıkılmıştır.
Gerçekte iki farklı Osmanlı vardı;
- Halifeliğe kadar olan Osmanlı... (1299-1517) Nam-ı diğer Türk İmparatorluğu
- 1517 tarihinde Halifeliğin alınmasından sonraki Araplaşan Osmanlı İmparatorluğumuz…
Ve Araplaştıkça daha çok batan koca Osmanlı İmparatorluğumuz…
*- O ZAMANA KADAR
Aslında Türkler için her şey güzel gidiyordu...
Ta ki Halifelik sevdasına düşülene kadar…
O günkü şartlarda halifeliği olmazsa olmaz gören Yavuz Sultan Selim ile akıl hocası Şeyh İdris-i Bitlis-i ve diğerleri Memlüklülerin elinden Abbasi halifeliğini almak için Mercidabık ve Ridaniye savaşlarını tertip ederler...
Bu savaşların sonunda, kılıç zoruyla artık halifelik Türklerdedir. (1517)
Ama çok büyük bir sorun çıkar, çünkü Arap dünyası halifeliğin kendilerinden alınmasına şiddetle karşı çıkar ve Türk halifeye biat etmek istemezler...
İşte bu sorunu çözmek, Arapları, Türk halifeye bağlamak için Arapların da kabul edeceği bir orta yol bulunur.
*- HATALI ANLAŞMA
Bu yol Mısır’dan ve Arap diyarlarından seçilecek iki bin civarında ulemanın, Mollanın, Ebussuud Efendilerin İstanbul’a davet edilerek, para, mal mülk, arazi de verilerek kalıcı olarak yerleşmeleri sağlanır...
İmparatorluğu Araplaştırmak, diğer bir deyişle; Türk İslam’ının terk edilerek, Arap İslam’ına doğru evrilmesini sağlamak konusunda anlaşırlar.
Bu projeyi Araplar da destekleyince proje hayata geçer ve maalesef bundan sonra artık imparatorlukta ‘Türk’ kelimesi yasaklanır, “Türk’üm!”, “Türkmen’im!” diyen Kızılbaş diye aşağılanır, dışlanır, kafası kesilir.
Bu dönem sadece Kuyucu Murat Paşanın “Türk’üm!", “Türkmen’im!” dedikleri için kafasını kestirip, kuyulara doldurduğu insan sayısı 158 bindir.
*- ARAP TANDASLI
Maalesef Osmanlının son 350 yılı ilk 250 yılın aksine, Türklere zulümle geçer, sıkı bir Arap tandanslı mezhepçilik kurulur...
1603 yılına gelindiğinde artık Ehl-i Beyt Türk Tekkeleri yasaklanır, kapatılır; yerine Halidî, Nakşî, Kürdî Tekkeler kurulur.
Yine bu dönem bunlara sayısız imtiyazlar verilir,
1839 birinci Tanzimat Fermanına kadar Kürtler askerlikten bile muaf tutulurlar. (Kürtlere Şah İsmail diyeti ödenir…)
Yine bu dönem Türkler, saraydan, ordudan ve müesses nizamdan tasfiye edilirler…
*- HEP AYNI SİSTEM
Türklerin askeri ve siyasi gücünü kırmak için bu Arap mollaların fetvalarıyla, serdengeçti birlikleri sadece Türklerden oluşturulur ve en ön safta savaştırılır, böylece kırdırılırlar, ganimet bile toplatmazlar…
Ganimeti de saraylardaki Arap mollalar ile işbirliği yapan yeniçeriler kendi aralarında paylaşırlar…
Ordudan, saraydan ve müesses nizamdan yavaş yavaş tasfiye edilen, kafası kesilen, sürgün edilen Türklerin bir kısmı bu mollalara kızar ve canını kurtarmak için de Kürtleşmeyi ana stratejik hedef olarak seçerler.
Bu aşiretler ve boyların en büyükleri Avşarlardır, Halaçlardır, Mukri, Bayat, Beğdili, Evya, Yıvadır…
Buna tarihimizde “Ekrad (kürtleşmiş) Türkmanlar” denir…
*- AÇMAZA DÜŞÜLDÜ
Yine Kelkit’ten Hakkâri’ye kadar olan bölgede yaşayan Akkoyunluların büyük bir kısmı İran’a gider. (Bugün dünyanın en büyük Türk nüfusunun yaşadığı başkent Tahran’dır…)
Böylece yüzyıllarca başımızı ağrıtacak Kürt sorunu ve bu politikalar sonucu gelişir ve büyür.
Osmanlı öyle bir açmaza düşmüştür ki, ne halifelikten vazgeçebilir, artık ne de imparatorluğun kan kaybetmesini durdurabilir...
Çünkü imparatorluğu kuran asli unsur Türkmenler dışlanmış, mezhepçiliğe kurban edilmiştir…
*- AH O FETVALAR
Mollalar, başta matbaa olmak üzere bir sürü saçma sapan fetva verirler…
Ve sonuçta Osmanlı’ya Rönesans’ı ıskalatırlar, Rönesans’ı İngiltere kapar…
Matbaa Osmanlı’ya ilk kez 1480’de Yahudiler ile gelir, sonra 1527’de Ermeniler matbaaya kavuşur.
1563’te ise Rumların matbaası vardır.
Bu meşhur mollalarımız her seferinde yeni bir fetva ile bizimkilerin matbaaya kavuşmasını engellerler, ta ki Batı Rönesans’ı ve aydınlanmayı yakaladıktan, yani 240 yıl sonra, 1727’de İbrahim Müteferrika’nın çabaları ile matbaaya kavuşuruz; ama bilgiye sahip olmak için artık çok geçtir…
*- NEDEN?
Şimdi açıkça şu soru sorulmalıdır:
1299’dan 1683 Viyana Bozgunu’na kadar savaştığı tüm savaşları kazanan bir Türk imparatorluğu (Osmanlı) varken; neden son 250 yılda girdiği tüm savaşları kaybedip, bir de Kurtuluş savaşı yapmak zorunda kalmıştır?
Osmanlı bu dönemde; yani yaklaşık son 250 sene, 1683 Viyana Bozgunu’ndan, nihayet 1922’de Ankara, Haymana Ovası’nda yapılan Sakarya Savaşını kazanana kadar tüm savaşları kaybetmiştir.
Acaba; Halifelik ve akabinde yürütülen Türk düşmanı, Arap tipi mezhepçi politikalara dönülmeseydi; koca bir imparatorluk batar mıydı?
Ve yine; Yunus Emre'lerin, Hacı Bektaş'ların, Seyit Gazi'lerin, Ahmet Yesevi'lerin İslam’ı, İslam değil miydi?
Osmanlıyı kuran Şeyh Edebali'lerin İslam’ı, Akşemseddin'lerin İslam’ı İslam değil miydi de, Ebussuud'lara teslim edip batırdık koca imparatorluğu…
Bugün de aynı sürecin devam etmesi tarihten hiç ders almadığımızı göstermektedir.
Pir-i Türkistan Ahmet Yesevi der ki:
‘Din bir seçimdir, ama Türklük kaderdir!’
İşte bu yüzden milyonlarca insanımız, tüm propagandaya rağmen, ‘Arap sevici, mezhepçi değil, Cumhuriyetçiyiz, Türk'üz, Atatürkçüyüz...’ diyerek slogan atıyor, meydanlarda…
Ne Mutlu Türküm diyene...
*- ÜÇ YIL SONRA
Hikâye bu ya ...!
Bir inek, bir beygir, bir eşek, etrafa dağılıp insanların ne yaptıklarını öğrenmeye ve üç yıl sonra buluşmaya karar verirler...
Her biri başka yöne gider.
Aradan üç uzun yıl geçtikten sonra buluşma yerine önce inek ve beygir gelir...
İkisi de perişan bir halde, zayıflamış, dişleri dökülmüş, kamburları çıkmış, adeta çökmüştür...
Beygir merakla sorar;
‘Nedir bu halin inek kardeş?’
İnek acıklı bir şekilde içini çekerek anlatır:
‘Sorma beygir kardeş...
Bu insanlar çok merhametsiz...
Beni durmadan birbirlerine sattılar. Alan sütümü sağdı. Bir inek daha bulup onu yanıma koyarak bizi çifte koştular, aç bıraktılar.
Canımı zor kurtardım be kardeş.’
*- BİRİ İNDİ, DİĞERİ BİNDİ
Beygir de acı acı başını sallayarak anlatır:
‘Ah, sorma...
Benim de ağzıma bir demir parçası geçirdiler, ağzımı açamadım. Üzerime bindiler, ses çıkaramadım.
Biri indi, öbürü bindi!
Binmedikleri zamanlar zincire vurdular.
Belim çöküp de onları taşıyamaz bir hale geldiğinde arkama kocaman bir araba bağladılar.
Bu sefer birçoğunu yeniden taşımaya başladım. Ben onları taşıdıkça, daha hızlı gitmem için kırbaçladılar.
Canımı zor kurtardım inek kardeş...’
*- HAYLİ NEŞELİ
İnek ve beygir böyle konuşurken uzaktan eşek görünür.
Hayli neşelidir.
Islık çala çala, taşlara tekme ata ata, hoplaya zıplaya gelir.
Mutludur....
Üstelik şişmanlamıştır.
Tüyleri pırıl pırıl parlamakta, gözlerinin içi gülmektedir.
Üzerinde lacivert takımlar vardır.
İnek ile beygir şaşırmış bir şekilde,
‘Nedir bu halin?
Neler oldu?
Neden böyle zevkten dört köşesin?’ diye sorarlar.
*- DAHA ÇOK BAĞIRINCA
Eşek keyifli bir şekilde anlatır:
‘Sizden ayrıldıktan sonra uzakta bir memlekete vardım.
Birisi yukarı çıkmış bağırıyor, bağırdıkça insanlar onu alkışlıyordu.
Ben de yüksekçe bir yere çıkıp bağırdım.
Benim bağırmamı bilirsiniz, yeri göğü inletirim.
Sesimi duyan benim yanıma koştu, duyan duymayana haber verdi, etrafım insanla doldu.
Onlar geldikçe ben daha çok bağırdım.
Haktan, hukuktan, refahtan, adaletten filan bahsettim...’
- Eee, sonra ne oldu?"
‘Ne olacak beni başkan seçtiler…’
- Deme yahu..
Yani sen başkan mı oldun?...
‘Evet... Bir şey yapmama gerek kalmadı. Ben bağırdıkça onlar ’Seninle gurur duyuyoruz’ diye alkışladılar. Ben de yedim ve bağırdım, yedim ve bağırdım...!’
- Pekiii, senin eşek olduğunu anlamadılar mı yahu?
‘Valla, yarısı anladı ama diğer yarısına anlatamadı!”
Hikaye işte…
Dinlemeye bayılırız…
Depremlerle başımız belada, yangınlar gibi,,.
En iyisi kafamızdaki soruları boşaltmak için bir tane daha anlatayım.
*- HAYAT VE FARKINDALIK
“61 Yaşımda İlk Aşkımla Yeniden Evlendim…
Ama Düğün Gecemizde Elbiselerini Çıkardığımda Çok Üzüldüm ve Derinden İncindim.
Benim adım Rajiv, 61 yaşındayım.
İlk eşim, uzun bir hastalık sürecinin ardından sekiz yıl önce hayata gözlerini yumdu.
O günden beri yalnız yaşıyorum… Sessizlik içinde, boş bir evde.
Çocuklarım evli, her birinin kendi hayatı var.
Ayda bir uğrayıp biraz para ve ilaç bırakıyorlar… sonra yine sessizce gidiyorlar.
Onları suçlamıyorum.
Kendi sorumlulukları, kendi mücadeleleri var. Anlıyorum.
Ama yağmurlu gecelerde, damlalar teneke çatıya vurduğunda…
Ve rüzgâr duvardaki çatlaklardan içeri sızdığında…
Kendimi inanılmaz küçük hissediyorum.
Ve korkunç bir yalnızlık çörekleniyor üzerime.
*- HABERSİZ 40 YIL
Geçen yıl Facebook’ta gezinirken ilk lise aşkım Meena’nın profiline rastladım.
Gençliğimizde ona âşıktım.
Uzun, dalgalı saçları… Simsiyah gözleri…
Ve öyle parlak bir gülümsemesi vardı ki, tüm sınıfı aydınlatırdı.
Ama üniversite sınavlarına hazırlanırken, ailesi onu kendisinden 10 yaş büyük Güney Hindistanlı bir adamla nişanladı.
Soİnra bağlantımız tamamen koptu.
Kırk yıl boyunca birbirimizden haber alamadık.
*- İLAÇLARIMLA
Ama kader…
Kırk yıl sonra bizi yeniden karşılaştırdı.
O da dul kalmıştı. Kocası beş yıl önce vefat etmişti.
Küçük oğluyla yaşıyordu, fakat o da başka bir şehirde çalışıyordu ve nadiren eve uğruyordu.
Başlangıçta sadece selamlaştık.
Sonra telefon konuşmaları başladı.
Ardından öğleden sonraları birlikte içilen kahveler geldi.
Ve farkına bile varmadan, birkaç günde bir eski arabamla onun evine gitmeye başladım.
Yanımda bir sepet meyve, biraz tatlı ve eklem ağrısı ilaçlarıyla.
*- ŞAKA İLE KARIŞIK
Bir gün, yarı şaka yarı ciddi şöyle dedim ona:
“Ya eğer… bizim gibi iki yaşlı ruh evlense? Bu yalnızlığı biraz hafifletmez mi?”
Gözleri doldu, şaşırdım.
Şaka yaptığımı söylemeye çalıştım hemen.
Ama o tatlı tatlı gülümsedi ve nazikçe dalga geçti benimle.
Ve işte böylece…
61 yaşımda, ilk aşkımla yeniden evlendim.
Düğün günümüzde koyu kahverengi bir şerwani giydim.
O ise sade bir krem ipek sari giymişti.
Saçları düzgünce toplanmış, küçük inci bir broşla süslenmişti.
Arkadaşlarımız, komşularımız geldi.
Herkes “İki genç âşık gibisiniz!” dedi.
Ve dürüst olmak gerekirse, ben de öyle hissettim.
*- DÜĞÜN GECESİ
O gece, düğün kalabalığı çekildikten, ziyafet artıkları kaldırıldıktan sonra…
Saat epey geç olmuştu.
Ona bir bardak sıcak süt verdim.
Veranda ışıklarını kapatmak için dışarı çıktım.
Düğün gecemiz…
Bu yaşımda asla yaşayamayacağımı sandığım o gece… sonunda gelmişti.
Odaya girdiğimde, yatağın kenarında utangaç bir gülümsemeyle beni bekliyordu.
Yaklaştım.
Titreyen ellerimle bluzunu yavaşça çıkardım…
Ve orada…
Olduğum yere çakılı kaldım.
Sırtı, omuzları, kolları…
Karanlık morluklarla, eski yara izleriyle kaplıydı.
Sanki bir acı haritası çizilmişti bedenine.
Kalbim paramparça oldu.
Hemen kendini bir battaniyeye sardı.
Gözleri korku doluydu.
Titreyerek sordum:
‘Meena… Ne oldu sana?’
Arkasını döndü, sesi çatlamıştı:
‘Bir zamanlar… Çok kötü bir öfkesi vardı. Bağırırdı… Beni döverdi… Bunu kimseye anlatmadım…’
*- BEN HARİÇ!
Yanına oturdum.
Kalbim sıkıştı.
O yıllarca sessizce yaşamış…
Korkuyla, utançla, güvensizlikle…
Onu elinden tuttum ve usulca göğsüme yatırdım.
‘Bitti. Artık kimse sana zarar veremez.
Kimsenin sana acı çektirmeye hakkı yok…
Ben hariç!
Ama sadece seni çok severek.’
O anda boğazı düğümlendi, gözyaşlarına boğuldu.
Sarsılarak ağlıyordu.
Onu nazikçe kollarıma aldım.
Sırtı kırılgandı, kemikleri çıkmıştı — bu küçük kadın, yıllar boyunca çok şey yaşamıştı.
Düğün gecemiz, yeni evlilerinki gibi değildi.
Yan yana uzandık.
Cırcır böceklerinin şarkısını, ağaçlardaki rüzgârın sesini dinledik.
Saçlarını okşadım.
Alnına bir öpücük kondurdum.
O ise yanağımı okşayıp fısıldadı:
‘Teşekkür ederim. Bu dünyada hâlâ beni önemseyen birinin olduğunu gösterdiğin için teşekkür ederim…’
Gülümsedim…
*- BİLDİĞİ
61 yaşında nihayet anladım:
Mutluluk ne parada, ne de gençliğin ateşli tutkularında.
Mutluluk, seni tutan bir elde…
Başını yaslayabileceğin bir omuzda…
Gece boyunca yalnız olmadığını bilmekte,
Kalp atışını hissedebileceğin birinin varlığında saklı.
Yarın gelecek.
Kaç günüm kaldı, bilmiyorum.
Ama bildiğim bir şey var:
Hayatı boyunca kaybettiklerini telafi edeceğim.
Ona değer vereceğim.
Onu koruyacağım.
Bir daha hiçbir şeyden korkmayacak.
Çünkü benim için bu düğün gecesi…
Yarım asırlık nostalji, kaçırılan fırsatlar ve beklenmeyen mucizelerden sonra…
Hayatın bana sunduğu en değerli armağandı…”
*-
Yorumlar
Yorum Gönder