MANİSA DIŞINDA, İSTANBUL'DAN İZMİR'E BÜTÜN TRAFİKÇİLER GÖREVDEYDİ

YAŞAR EYİCE *- SIRA GELİNCE Öğleden sonra iki civarında telefonda, ‘Hastane yatış sıranız geldi!’ dediler. ‘Şehir dışındayım, hemen gelemem!’ deyince, bir gün sonra sabah erken saat için randevu verdiler. ‘Biliyorsunuz, zamanında gelemezseniz yatak sıranızı kaybedersiniz!’ denilmişti. Biliyordum, altı aydan daha fazla süre bekleyenleri de…. Öneride bulunmuştum; ‘Hastanenin özel otel gibi lüks olan odasını kiralayayım, tedavim aksamaması için!’ demiştim. ‘Hayır, biz servis dışına çıkmıyoruz!’ denilmişti. Halbuki orada yatan çok hasta var. Tartışacak halde değiliz ki! Neyse saat 16.00’da İzmir’e doğru yola çıktım. Ben yüzde doksan eski yolu tercih ediyorum, birkaç kez yeni yolu tercih ettim, ama hem çok paralı hem de ‘kuş uçmaz, kervan geçmez’ gibi… Sadece yanından ‘vınnn’ diye geçen son model araçlar oluyor. Nasılsa paralı olduğu için radar korku ve sıkıntısı yok. Kontrol da yok! Kendine ve arabana güveniyorsan bas gaza, ‘Otomobilim uçar gider!’ şarkısını bitirinceye kadar İzmir’desin… Bunu şimdilik unutalım… *- TERCİHİM Paralı köprüyü, yani Osmangazi Köprüsü’nü de fırtınalı ve kötü hava şartlarında tercih ediyorum. Aksi halde Eskihisar- Yalova hattındaki arabalı vapurlar tercihim. Sıkıntısı yok… Hem kendim, hem de araç dinleniyor. 40 dakikalık bir yolculukta çayınızı da yudumluyorsunuz, miss gibi deniz havası alırken. Daha önce bu süre 30 dakika idi. İki şirket var, birbirlerini ihbar etmişler, ‘Hızlı gidiyor!’ diye, süre uzamış. Bizim İzmir körfezindeki son model gemileri anımsadım. ‘Çayımı bitiremiyor, keyif alamıyorum!’ diyenler oldu ilk geldiklerinde, bu kez ‘Hız kestiler’ Karşıyaka yolcularının dileği üzerine. Yoğun trafik, dur- kalklar sonucu normalde bir saatte aldığım İstanbul- Eskihisar yolunu iki saati aşkın sürede aldım. Bir talihsizlik de İDO’da yaşadım. Aynı anda birden fazla geminin kalktığı iskelede, uzun bir araç kuyruğu vardı, çoğu da ‘tır’lar. Deniz trafiği de yasaklı değil, hava şartları yüzünden. 7x24 çalışan gemilere biniş yapılmıyor, meydan bu yüzden ana yola kadar araçla doluydu. ‘Keşke köprüden geçseydik!’ diyenler de vardı, çok daha ucuza daha rahat yolculuk yapacak olanlar içinde. Gemi trafiği açıldı ve aynı anda üç gemi birden hareket etti. *- KİLOMETRE DEĞİL, SAATE BAKARIM İzmit Körfezini, Osman Gazi Köprüsü’nü ve bulutların arasından bizi izleyen güneşin yakamoz gibi denizin üzerinde yarattığı harika bir görüntü ile aştığımda saat 19’u bulmuştu. Hesabım şaşmaz. Bir saat Bursa ve oradan İzmir dört saat… Çiçek toplama, karnımı doyurmak da bunun içinde. Bursa ile birlikte hava kararırken, ben diyeyim onlarca, siz deyin yüzlerce kamyon… Çoğunluğu TIR denilen şekilde. Bir ikisi hariç, hepsi kurallara uyuyor. Onlar da, rampada yani yokuşta öndeki meslektaşını geçmeye çalışan bir sürücü. Talihsiz Bedevi’yi (Arabı) yılan devenin üzerinde sokarmış… Bursa’dan Manisa- Saruhanlı’ya kadar ne kadar trafik kontrolü varsa, ona yakalandım. Radara değil, sıradan kontrole… ‘Kimliğini ver, şurayı üfle!’ Nereden bilsinler, benim ‘Yeşilaycı’ olduğumu, sigara- içki ile hiçbir şekilde alakam olmadığını… *- ŞÜPHELİ MİYİM? Sonunda Saruhanlı’da patladım: ‘Hayatım boyuncu bu kadar durdurulmadım, özel bir durum mu var?’ diye memura sordum. Anlatınca o da şaşırdı ve gülerek takıldı: ‘Seni şüpheli mi gördüler?’ diye… 8 bin 500 yıllık bir maziye sahip Bornova (İzmir), İlber Ortaylı Hocanın birkaç gün önce belirttiği gibi Saruhanlı’ya bağlı idi. Saruhanlı ile Manisa arasındaki sürtüşme tarihe geçmiş durumda. Tabii ben yine kendimize pay çıkartım bu tarih dersinden, İlber Ortaylı hocanın da sormadan belirttiği gibi, ‘Karşıyaka yoktu ama Bornova vardı.’ Ben de biliyorum; Karşıyaka da, Bayraklı da Bornova’ya bağlı kırsal, sazlık ve dağlık alanlardı. Nasıl Bornova’nın Yaka, ya da Çiçekli gibi ünlü köyleri varsa, Karşıyaka’da iskân edenler de balıkçılıkla geçiniyor, zamanımıza yakın zamanlarda ise İzmirlinin sayfiyesi olmuştu, Çiğli gibi… Sıcaktan bunalan İzmir’in yerli ve varlıklı aileleri yazla birlikte Karşıyaka, Çiğli ve Ödemiş Gölcük yaylasına çıkardı. Neyse; Saat 00,00’da Manisa’da idim. *- ALTIN YUMURTLAYAN TAVUK Manisa’da, beni durduracak trafikçileri 50 kilometre hızla giderken neredeyse dürbünle aradım, Yoklardı… Şehrin göbeğinden geçen ana cadde, altın yumurtlayan bir tavuk gibi trafikçiler için… Ayağın hafif gaza dokunduysa, ‘4- 5 bin lira para cezası.’ ‘Neden?’ ‘Radara yakalandın!’ - Güzel ama, konvoyda gidiyorum, trafiği açmak için, hafif fren yapsam bu kez tüm araçların ama korna ile ama ağız ya da el kol işaretleri ile tacizine uğruyorsunuz. Önemli değil. Önemli olan, Napolyon… Ya da ‘Görevini yaptın mı?’ Hem da alasını değil mi? Görünür saatte, teşekkürü hak edecek şekilde müdürden… Ya gece yarısı? Neden en basitinden Akhisar gibi, Saruhanlı gibi çalışılmıyor, gece yarıları bile… Beni bir değil bin kere durdursunlar… Benim gibi tüm sürücüleri.. Bunu bekliyoruz. Aklım almıyor, ‘Polis Haftasında’ sıradan cezalar kesmeyi… Bir zamanlar polis, ne yapardı? Polis haftalarında, yani Nisan ayında tören üniformalarını giyer, sürücülere ve özellikle çocuklara özel hediyeler, karanfiller verilir, şeker dağıtılırdı. Tahsisat mı yok! Yoksa başka bir şey mi? Belki de ceplerinden alırlardı, öğretmenlerin çalışkan öğrencilere olduğu gibi… *- YILMADI Columbia Üniversitesi’nde bir öğrenci, matematik dersinde uyuyakaldı. Uyandığında, diğer öğrenciler sınıftan çıkarken tahtada yazılı iki problem gördü. Bunların ödev olduğunu sanarak defterine not aldı ve eve gidince çözmeye karar verdi. Evine vardığında, bu problemlerin son derece zor olduğunu fark etti. Ancak yılmadı. Durmaksızın çalıştı, araştırmalar yaptı, kütüphanede kitaplar inceledi… Ve sonunda, dört sayfalık uzun hesaplamalarla bu problemlerden birini çözmeyi başardı. *- İKİSİNDEN BİRİ Bir sonraki derste, profesörün bu sözde ödevden hiç söz etmediğini görünce şaşırdı. Elini kaldırarak sordu: ‘Hocam, geçen derste verdiğiniz ödev hakkında neden hiç konuşmadınız?’ Profesör şaşkınlıkla cevap verdi: ‘Ödev mi? Onlar ödev değildi… Şimdiye kadar kimsenin çözmeyi başaramadığı matematik problemlerinden örneklerdi sadece!’ Öğrenci afallamış halde yanıtladı: ‘Ama… Ben ikisinden birini çözdüm!’ *- DİNLEME Çözümü incelendi, doğruluğu onaylandı ve Columbia Üniversitesi kayıtlarına, artık onun adıyla birlikte geçti. Bu hikâye hâlâ üniversite koridorlarında anlatılır. Farkı yaratan neydi? Profesörün bu problemlerin ‘imkânsız’ olduğunu söylediğini duymamıştı. Sadece, çözülmeleri gereken problemler olduğunu düşünmüştü. Zorluğa boyun eğmedi. Azim, kararlılık ve cesaretle hareket etti. Çıkan ders: “Sana ‘yapamazsın’ diyenleri dinleme!” Bu mesaj ‘sınıfta uyumayı’ teşvik etmiyor; ne olursa olsun kendi potansiyeline inanmanı söylüyor. Fiziksel olarak bir yerde bulunmak yetmez. Farkı yaratan senin kararlılığın olacak. Başarı seninle olur… *- 1950’DEN BU YANA PASTA Bahri Bağcılar’ın anlatımını biraz kısarak, özetleyerek paylaşayım: ‘Yıl 1948… ABD Suriye petrollerine çökmek istiyor... Zamanın Suriye devlet başkanı bunun farkında. ABD'nin bütün taleplerini reddediyor... Baskı artınca Rusya'ya yanaşmak zorunda kalıyor... ABD çaresiz, ama vazgeçmiş değil... ABD her zamanki uyanıklığı ile birkaç yıl geçince bizimkilere bin bir güzel söz eder, taahhütlerde bulunur. Koskocaman Amerikalılar yalan söyleyip, sözlerini yerine getirmeyebilirler mi? Bizimkiler ile ABD’liler kafa kafaya verip Suriye’ye karşı ne yapacaklarını planlar. Çünkü karşı grubun askerinden çürük bulamamışlar, ya da ulaşamamışlardır. Öyleyse en iyisi, ‘gece baskını’ yapmaktır. *- BAŞLAMADAN BİTER On bin nitelikli asker üç ay eğitilir... Kasım ayında askere son koordinatlar verilir... Havadan, Karadan ve Lazkiye limanından üç ayrı baskın yapılacaktır... Fakat Ruslar adım adım olayı izlemektedir... Hem Karadan, hem Denizden giren öncü birlikleri suçüstü yapıp yakalıyor... Harekâtı başlamadan bitiriyor... İnanılacak gibi değil! Rusya, bu arada esir aldığı bazı Türk askerleri ile Birleşmiş milletlere müracaat edip Türkiye’yi dava eder... Bunun akabinde Rus devleti dosyayı getirir, talepleri peş peşe gelir... Bunlardan biri de, ‘Kars ve Ardahan'ı bana vereceksindir. İkinci talebi ise her zaman, neredeyse başta Amerika olmak üzere her ülke tarafından gündeme gelen, ‘boğazların statüsü’nü bana bırakacaksın... *- NATO’YA GİRİNCE Bu durum üzerine bizimkiler, birlikte hareket etmeye ikna eden Amerika’ya ‘Bizi NATO'ya alın’ derler. ABD fırsatı bulmuştur... Türkiye’ye ‘hayır’ demez. Ama o da kendi isteklerini sıralar, örneğin; NATO'ya girmenin karşılığı, bizden İncirlik başta olmak üzere 5 askeri üst ister ve alır... Bu kadarla kalınmaz: Üç ay sonra, Türk askeri Kore'ye yola çıkar. Kimin için? Herhalde bizim menfaatlarımızı korumak için değil. Bir önemli siyasimiz de hatırlayan olacaktır ne demişti, bunu da yazayım: ‘Bir koyup üç alacağız!’ Sonuç; hiçbirini de alamadık... ‘ *-

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

BÖYLE BİR ANLAŞMA GÖRÜLMEDİ... DENİZİ YOK ANLAŞMAYA LİMANLAR KONULDU...

ANAHTARI SİZDE OLMALI

KİTAPLARIN ANLATAMADIĞINI ANLATIYOR