BALIĞIN YANINA YAKLAŞMAK DA ÇOK ZOR

YAŞAR EYİCE *- HATIRLATAYIM Semra Kutluk, bir zamanlar gündemden düşmeyen önemli bir konuyu gündeme getirmek istemiş. Semra Hanım şöyle diyor: ‘Yetiştirme Yurtları’nda büyüyen kimsesiz çocuklar 18 yaşına geldiklerinde, yurttan çıkartılıyorlar. 18 yaşında tanıdık bir kimsesi olmayan gencimiz, nasıl normal ve düzgün hayat kurabilir? 18 yaşındaki bir kız çocuğu nasıl geçinebilir, bir eve çıkabilir? Yetiştirme Yurtları’ndan ayrılmak için yaş sınırı kesinlikle yükseltilmeli! Çok önemli bir konu bu… Bakanlıklar hatta hükümet bu konuya kesinlikle eğilmeli ve sorunu çözmelidir…’ Haklı istek… Çok yıllar önce, bu genç kızlarımızı ağlarına düşüren bir çete ortaya çıkarılmıştı. Anımsayan olacaktır. Bu benim bildiğim. Güvenlik birimleri ve yurt görevlileri çok daha fazlasını mutlaka biliyor, duyuyordur. Özetle bu evlatlarımıza mutlaka ve mutlaka sahip çıkmalıyız. Benim Bornova Yetiştirme Yurdu’ndan sınıf arkadaşlarım vardı. Çok sonraları, ‘evladım’ diye bağrımıza bastığımız bir Ahmet’imiz vardı. Hafta sonları izinli olarak gelir, aile ortamında olurdu. Sonra ne olduysa oldu, yurt dağıtıldı, adresleri ve gönderildikleri yerler gizli tutuldu. Öğrendiğimize göre, bazı filmlerde olduğu gibi kimlik değişiklikleri de yapılmış, devlet tarafından. Herhalde bir bildikleri vardı… Sonra Bornova Yetiştirme Yurda da resmen kapatıldı. Belki şimdi ne bilen ne de hatırlayan vardır. Semra Kutluk hanımı kutluyorum, önemli bir konuyu gündeme getirdiği için. *- YARALARA TUZ BASMAYALIM Mayıs ayının ikinci haftası Pazar günü ‘Anneler Günü’ olarak kutlanıyor. Yani az kaldı. Haziran ayının üçüncü haftası, Pazar günü ise ‘babalar günü’ olarak biliniyor. Bayram namazlarında, halkın değişiyle ‘iki salla bir bağla’ gibi düşünenler oluyor, unutmamak için. Ben ‘Tüm anneler’ ya da ‘Tüm babalar’ diyerek kutlamaları kabul etmiyorum. Ne anneler ne babalar var! Bunlara insan bile denemez. Bilmem anlatabildim mi? ‘Hakkı olan kazansın!’ demiyor muyuz, hayatın önemli günlerinde. Anne ve babalar için de böyle düşünelim. ‘Hepsini, herkesi’ aynı sepete koyamayız. Bana bunları yazmamı sağlayan Deniz Kaya!... Bakın ne diyor, Deniz Kaya? ‘Birilerinin içinde boşluk hissi yaratan, acıtan hiçbir özel günü sevmiyorum. Usulca kutlayalım bugünü. Öksüzlerin, yetimlerin canını acıtmadan; istediği halde çocuğu olmayan kadınların, yavrusunu kaybetmiş anaların yarasına tuz basmadan. Usulca... Usulca kutlayalım Anneler Günü'nü; gürültüsüz, kimseyi incitmeden..’ Tabi bu, bu günden yararlanacakların işine gelmez… Çünkü maddi kayıpları aksi halde çok fazla olur… İkincisi; Kimse kimsenin halini bilmiyor, bilmek istemiyor. Bu yalnız benim değil, tüm insanların bildiği önemli bir sorun… *- MİLLETVEKİLİ ANLATTI Çarşı- Pazar haberlerini okuyoruz, görüyoruz. İçimiz burkuluyor, atıkları toplayanları… Önceki milletvekillerinden Atilla Sertel’in son paylaşımını okuyunca içim burkuldu. Arkadan çekilmiş, yüzü belli olmayan ileri yaştaki bir kadının atılmış çürüklerin içinden kendine göre seçim yaparak aldıklarını yazmış. Bir zamanlar ‘balık’ kurtarıcı idi aileleri. Şimdi öyle mi? Tavuk için de aynı şeyi söyleyebilirim. Ama ya şimdi? Ne ‘Hamsi’nin ne de ‘Sardalya’nın bile yanına yaklaşılmıyor. Ne yapsın garipler, ihtiyaç sahipleri? Bir zamanlar anlatmıştım, Ramiz Çetin anımsattı: *- İÇİMİZ CIZ EDİYOR Yunanistan'da balık bol mu? Evet hem de bol bol. Nasıl oluyor da orada bol oluyor? Çünkü bütün gelişmiş ülkeler aptal, biz ileri zekalı olduğumuz için mi? Çünkü, Yunanistan'da 40 metre derinlik sınırı var. 39 metrede balık avlayamazsın, kanunen yasak. Neden 40 metre? 40 metre derinliğe kadar güneş ışığı ulaşıyor, ‘posidonia’ tabir edilen deniz çayırları fotosentez yapıyor, balıklar bu deniz çayırlarında hem besleniyor, hem ürüyor. 40 metre yasağıyla, işte bu üreme alanları koruma altına alınıyor. Deniz çayırında balık avlarsan, sadece o balığı değil, o balığın gelecek nesillerini de yok etmiş oluyorsun. *- BİZİ ELE ALALIM Peki bizde sınır ne? 24 metre! 25 metrede balık avlayabilir misin? Şakır şakır avlarsın. E, aferin. Aynı denizi paylaştığımız Bulgaristan'da Romanya'da balık var mı? Bol bol var. Nasıl oluyor da oralarda bol oluyor? Avrupa Birliği üyesi oldukları için, kafalarına göre avlanma yapamıyorlar, kaç metre derinlikte balık avlayacaklarını, yılda kaç ton balık avlayacaklarını, balık stoklarını, balıkçı filolarının yönetimini ve denetimini, Avrupa Birliği yönetmeliği belirliyor. Kurallara uyuyorlar. Bol bol balıkları oluyor. Türkiye'nin Avrupa Birliği müzakerelerinde ‘balıkçılık faslı’ ne zaman açıldı? 2006 yılında. Müzakerelerde bir milim ilerleme var mı? Yok. Avrupa Birliği'ne giremesek bile, Avrupa Birliği'nin kuralları faydalı, biz o kurallara kendi kendimize uyalım diyen var mı? O da yok. Avrupa'da en fazla balıkçı teknesi kimde? Bizde. Avrupa Birliği ülkeleri yılda kişi başına ne kadar balık yiyor? 26 kilogram. Biz? Sadece 7 kilogram! *- İTHAL EDİYORUZ Norveç'te 6 bin 400 balıkçı teknesi var. 150 ülkeye balık ihracatı yapıyor. Türkiye'de 18 binden fazla balıkçı teknesi var. 100 ülkeden balık ithal ediyor! Norveç'te balıkçılık bakanlığı var… Bakın, Norveç balıkçılık bakanı, kız arkadaşıyla birlikte İran'a ve Çin'e tatile gitti. Devletin kendisine tahsis ettiği cep telefonunu yanında götürdüğü ortaya çıktı, Norveç ayağa kalktı, hem devletin telefonunu tatilde kullandığı için, hem de devletin telefonunu yurtdışında izinsiz kullanarak Norveç'in güvenliğini tehlikeye attığı için, istifa etmek zorunda kaldı. *- BAKANLIĞI OLMALI Balıkçılık, dünyanın bütün gelişmiş ülkelerinde ‘balıkçılıktan sorumlu bakanlığa’ veya ‘denizcilikten sorumlu bakanlığa’ bağlıyken, bizde kime bağlı? Tarladan ve ormandan sorumlu tarım bakanına bağlı! Bütün gelişmiş ülkeler aptal, biz ileri zekalı olduğumuz için. Üç tarafımız denizlerle çevriliyken, sadece kendimize ait iç denizimiz varken, deniz büyüklüğünde göllerimiz varken, biz çiftliklerde veya karadaki havuzlarda balık yetiştirmeye çalışıyoruz! Hamsi kavağa çıkar mı? Öyle bir laf var ya hani. Ağaçta balık yetiştirmeye çalışmadığımıza şükretmek lazım! Geçenlerde konuya eğilen bir yazıyı okumuştum, bunun gibi. Yazar, ya da vatandaş tam çıkaramıyorum, mutlaka kesinlikle müstakil bir denizcilik bakanlığının kurulmasını istiyor, öneriyordu. Ben de kendisine hak veriyorum. Umarım ilk kabine değişikliği sırasında buna dikkat edilir. Biz de bol ve ucuz balık yeme imkanını buluruz… *- İŞİNİN EHLİ OLMAK Bir pencere düşünün? Ardında bir yaşam ve o yaşamın süzgecinden geçmiş bir tarih, bir kültür, bir hafıza saklı olsun. Bu pencerenin demir parmaklıklarına baktığımızda, sadece demir veya güvenliği sağlanmış bir pencere göremeyiz… Sakın ‘Demir pencereyi’ okuyunca, mahpushaneden yani hapishanelerden veya mahkûmlardan söz edeceğimi sanmayın. Koğuşlarda, bir yatakta üç tutuklu ve hükümlü yatıyormuş, haberlerini duyuyorsunuz. Bu konu bakanlıkların işi… Ben şimdi konuya devam edeyim; *- NELER VAR? Orada işçilik var, estetik var, sabır var; bir ruhun dışa vurumu, bir medeniyetin soluk izleri daha neler neler? İşte bu fotoğraftaki ferforje parmaklık, (Fransızca fer forgé ‘dövme demir’ deyimi) ilk bakışta bir ustalık nişanesi gibi görünse de; aslında daha derin, daha anlamlı bir şeyin sesi gibi değil mi? Bu zarif demir işçiliği yalnızca bir zanaatkârın maharetinden ziyade, bir toplumun içselleştirdiği ahlaki anlayışı, sanata ve emeğe duyduğu saygıyı da göstermiyor mu? Her bir kıvrım, her desen, yalnızca el emeğinin yanında; gönül emeğinin de izlerini taşımıyor mu? *- UYGARLIK ÖLÇÜSÜ Victor Hugo’nun dediği gibi; ‘Bir uygarlığın derecesi, pencere demirliğini nasıl yaptığına bakılarak ölçülebilir.’ O halde biz bu pencerede ne görüyoruz? Uygarlığın sabırla yoğrulmuş bir tezahürünü mü, yoksa geçmişte kalan bir güzelliğin hatırasını mı? Demir ustası burada sadece metali bükmemiş, zamanın ruhunu da şekillendirmiş. Her kıvrımda bir ritim, her desenin ardında bir hikâye saklamış... *- BU GÜNÜN DÜNYASINDA O demir, artık soğuk değil. Çünkü içine, adeta bir ruh üflenmiş… Sanat burada görülen ile sınırlandırılmamış, hissedilecek bir şeye dönüşmüş durumda. Ancak bugünün dünyasında bu derinlik giderek kayboluyor. Meslekler, para kazanma aracına indirgeniyor. İnsanlar, işlerine ruh yerine; sadece harcadıkları zamana bakıyorlar. Elbette zaman çok önemli, ancak ya içi doldurulamamış zaman… *- KÜÇÜK MENFAATLER Artık bazı gençlerimiz, hangi mesleği severek yapabileceğinden ziyade, hangi işin daha çabuk para kazandıracağını sorguluyor. Böylece meslek ahlakı yerini fırsatçılığa, sanat yerini aceleciliğe, işçilik yerini yüzeyselliğe ve günü kurtarmaya bırakıyor. Son yıllarda bazı illerimizde yapılan Nasrettin Hoca heykellerine bakar isek durumun ne derecede vahim olduğunu görebiliriz. Konfüçyüs’ün şöyle bir sözü var; ‘Küçük menfaatleri düşünerek büyük işleri başaramazsınız.’ Oysa biz küçük menfaatler için büyük değerlerden vazgeçiyoruz artık. İşini iyi yapmak yerine, hızlıca bitirmek övülüyor. İşin ruhu değil, getirisi konuşuluyor. Ustaya değil, müteahhide saygı gösteriliyor. Ahmet Hamdi Tanpınar bizlere söyle seslenmiş; ‘Medeniyet, sabırdır.’ Evet, sabır... *- TOPLUMSAL GÖREV Tıpkı o pencerenin demirleri gibi kıvrım kıvrım işlenen, yıllara meydan okuyan bir sabır. Sabırla dövülen demir, sabırla dokunan kumaş, sabırla yetiştirilen insan… Her biri bir medeniyetin taşıyıcısıdır. Burada William Morris’in uyarısını hatırlamalıyız; ‘Eğer yaptığınız şey güzel değilse, onu yaparken mutlu değilseniz; O iş ya kötü yapılmıştır, ya da hiç yapılmamalıdır.’ Zanaat ve sanat birbirine böylesine yakındır; biri ahlaki bir sorumluluksa, diğeri vicdanın estetikle ifadesidir. Bunu İslam düşünürü Farabi daha sistemli şekilde şöyle dile getirir; ‘Bir toplum, ancak faziletli bireylerle ve onların erdemli işleyişiyle ayakta durabilir. Erdem, sadece bireysel değil, toplumsal bir görevdir.’ *- EMEĞİ YÜCELTMELİYİZ İyi yapılan her iş, toplumun ahlaki omurgasına destek kolonudur. Tersi de geçerlidir... Kötü yapılan işler, bu yapıyı içten içe çürütür. Bugün bir pencere demirliğinde görmemiz gereken yalnızca bir sanat eseri değil, aynı zamanda, unutulmuş bir erdemin, yitirilmiş bir özverinin, silinmeye yüz tutmuş bir sabrın simgesidir... Bu sadece geçmişin güzelliğini anlatmak için kullanılan bir metanın dışında, geleceğin de pusulasıdır. Eğer bazı şeyleri yeniden inşa etmek istiyorsak; Mimariyi değil, ahlakı onarmalıyız... Sanatı değil yeniden, sabrı öğrenmeliyiz... İşini layıkıyla yapan bir insanın emeğine dönmeli, onu yüceltmeliyiz... Aksi halde çürüyen, sadece ahşap olmayacak… Paslanan sadece, demirler değil, vicdanlar olacak… Tüm mesele ne, biliyor musunuz? Bizler bu çürümüşlüğün seyircisi değiliz, bizzat sorumlusuyuz! ‘Ahlak, bir toplumun vicdanıdır. Vicdanını kaybeden toplum varlığıyla övünemez…’ *-

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

BÖYLE BİR ANLAŞMA GÖRÜLMEDİ... DENİZİ YOK ANLAŞMAYA LİMANLAR KONULDU...

ANAHTARI SİZDE OLMALI

KİTAPLARIN ANLATAMADIĞINI ANLATIYOR