ŞİKAYAT İÇİN DE TORPİL Mİ LAZIM?
YAŞAR EYİCE
*- YALAN!
Mehmet Sıkı yalnız İzmir ve Ege değil neredeyse dünya çapında bir bilim insanımız.
Emekli oldu.
Bir zamanlar kendini kuşlara adamıştı, şimdi de kentin sorunlarına…
Bir sorunu en sonunda bizimle hem de fotoğraflarıyla paylaşmış,
Şöyle diyor:
‘Bornova(İzmir) Atatürk Mahallesine Varyanttan çıkarken yol kenarındaki kanalın temizlenmesi için kamu adına bir yıldan beri uğraşıyordum (ilk 3 fotoğraf). Nihayet geçtiğimiz Cuma günü temizlenmesi sağlanmış olup konuya duyarlılık gösteren öncelikle temizliği yapan emekçi işçilerimize, Bornova Belediye Başkanı Ömer Eşki, İZSU Genel Müd. Yard. Serdar Sadi ve önceki dönem İZSU Md.Yard. Gülay Demircioğlu'na çok teşekkür ediyorum.
Başarılar diliyorum.
Elinize ve emeğinize sağlık (Kanalın temizlenmiş durumu son 3 fotoğraf). İlgililerle görüşmeme yardımcı olan gazeteci arkadaşım Süleyman Sağat'a da ayrıca teşekkür ediyorum..’
Ne diyeyim?
‘Teşekkür’ yazısında her şey açık ve net!
En fazla 300- 400 metre uzunluğundaki bir yerin temizliği için sıra üç yıl sonra mı gelir?
Vatandaşın istek ve şikâyeti böyle, torpille mi ele alınır?
İlle birilerinin arabulucu olması mı gerekiyor, yetkililerle görüşmek için?
Yazıklar olsun bu kafada olanlara…
Sorsanız, ‘kent için insanlar için gece gündüz çalışıyorlar!’
Yalan!
Ünlü ve tanınmış bir profesöre bile yıllarca sonra randevu verilen, uyarıları ve dilekleri, şikâyetini dikkate almayanlara da aynı sözü gönderiyorum, ‘Yazıklar olsun!’ diyorum.
Bu arada aklıma önemli sanatçımız Cahit Berkay’ın şu sözleri geldi:
‘Yarım asırdır müzik yaparken gayem insanları rahatsız etmek değil, neşelerine ve kederlerine ortak olmaktı.
Kültür ve sanat insanları rahatsız etmek için değil, rahatsız olanları iyi etmek için vardır.’
Belediyeciler, belediyeden yani bizim vergilerimizden maaş alıp çoluk çoluğuna bakanlar, ev geçindirenler bu satırlardan kendilerine pay çıkarırlar inşallah!
Bir ara çok daha geniş şekilde ele almış ve yazmıştım.
Şimdi bir anımsatma yapayım:
İşçinin, esnafın, emeklinin hakkını korumak için faaliyet gösteren oda ve sendikaların başkanları, temsil ettikleri kesimlerin sorunlarını görmeksizin makamlarında saltanat sürüyorlar.
Yanlışsa ‘yanlış’ deyin;
Rifat Hisarcıklıoğlu: 2001'den beri TOBB Başkanı,
Bendevi Palandöken: 1990'dan beri TESK Başkanı,
Kazım Ergün: 2002'den beri Türkiye Emekliler Derneği Başkanı
Şemsi Bayraktar: 2003'den beri Türkiye Ziraat Odaları Birliği Başkanı
*- MARGARİTE ve PAPATYA
Fevzi M Gültekin’den öğrendim:
Bir demet papatyayı da paylaşan Fevzi Bey, “İtalyanlar ve Yunanlılar ‘Margarita’ der, peki Türkler niye ‘Papatya’ diyor acaba?” sorusunun yanıtını da, ‘Türkler'in Papatya adını vermesinin bu çiçeğe hikayesi şöyledir’ diyerek anlatıyor:
“Papatya kelimesi Rumca ‘Papadia’ dan geliyor.
‘Papazın Karısı’ demek.
Anadolu Rumları, papaz eşlerine kızlık isimleriyle hitap etmezler. ‘Papadia’ derler.
Papadia hanım!
Peki, papazın karısı ile papatya ne alaka diyeceksiniz?
Rivayet odur ki, yıllar yıllar önce Türkler ve Rumlar birlikte yaşadığı günlerde, Nevşehir'de bir köyün papazı, başka köyden bir kızla evlenir.
Türkler papazın eşine ismini sorarlar.
O da yerden papatyayı koparıp, ‘ismim bu!’ der.
Aslında ‘Margarita’ demek ister.
Ancak, bizimkiler çiçeğin adının ‘Papadia’ olduğunu sanır.
O gün bu gün bu narin çiçeğe ‘papatya!’ diyoruz.
Yani, ‘Papazın Karısı!’ diyoruz.”
Burada araya gireyim:
Ne denir?
‘Yanlışı alkışlıyorsan fikrin yoktur!
Eğri ile doğruyu ayıramıyorsan, aklın yoktur!
Yalana sahip çıkıyorsan, ahlakın yoktur!’
*- AĞLAYAN GELİN
Adil Aka yazmış ama ben Foça sevdalısı Servet Vural’dan öğrendim.
Kütahya’nın Simav ilçesine bağlı Demirciköy Beldesi Öreğler Mahallesi, her yıl Mart- Nisan aylarında eşsiz bir güzelliğe ev sahipliği yapıyor.
Halk arasında ‘ağlayan gelin’ olarak da bilinen ters laleler, burada bir evin bahçesinde göz alıcı şekilde açıyor.
Ev hanımı Habibe Dağhan, bahçesinde yıllardır büyük bir özenle yetiştirdiği ters lalelerle doğa tutkunlarına adeta bir görsel şölen sunuyor. Eşi Necdet Dağhan ile birlikte sakin bir yaşam süren Dağhan, Alzheimer hastası annesine de aynı evde bakıyor.
Yaklaşık 50 yıl önce Manisa’nın Demirci ilçesine bağlı İrişler Köyü’nden Simav’a gelin gelen Habibe Dağhan, ters lalenin o dönemden beri bahçelerinde açtığını söylüyor.
‘Bu eve ilk geldiğimde bu çiçek zaten buradaydı. Her yıl aynı zamanda açıyor. Ama bu güzellik sadece 15-20 gün sürüyor’ diyen Dağhan, çiçeklerin her yıl nisan başlarında açtığını belirtti.
Ters laleyi görmek için Hakkari, Van ya da Malatya gibi uzak illere gitmenin şart olmadığını dile getiren Dağhan, ‘İnsanlar bu çiçeği görmek için uzaklara gidiyor ama gerek yok.
Buyursunlar Simav Öreğler Mahallesi’ne gelsinler. Hem misafirimiz olsunlar, hem de bu güzelliği yerinde görsünler,” dedi.
Özellikle doğaseverler ve fotoğraf tutkunları için bulunmaz bir fırsat sunan Öreğler Mahallesi, her yıl kısa bir süre açan bu ender çiçekle adeta doğa harikasına dönüşüyor.
Baharın habercisi olan ters laleler, hem rengiyle hem de anlamıyla ziyaretçilerini büyülüyor.
*- ÇOCUKLARI İÇİN KENDİNİ FEDA EDEN
Doğadan Acı Bir Gerçek;
Anne akrep doğum yaptıktan sonra yavrularını sırtında taşır.
Ama üzücü olan şey bu genç akreplerin kendi annelerinin etiyle beslenmeye başlaması. Dayanacak gücü olsa da, susar anne, acıya şikâyet etmeden dayanır.
Çocukları daha da güçlenirken ve sonunda kendi başlarına yürürken, gün geçtikçe daha da zayıflıyor, hareket edemiyor.
Yalnız yaşamaya hazır olduklarında, anneleri ölmüştür - yavrularının yaşayabilmesi için tamamen kurban edilmiştir.
Maalesef çoğumuz aynı bu akrepler gibi olduk. Doğduğumuz andan itibaren anne ve babalarımız bize eğitim, yiyecek, giysi ve barınak sağlamak için sonsuz fedakârlık yapıyor. Ama yaşlandıklarında, çoğu ihmal edilmiş, unutulmuş ya da hafife alınmış bırakılıyor.
Biz kendi hedeflerimizin peşinden koşarız, onları mümkün kılanları unuturuz.
Ama hayat tam bir döngüyle gelir.
Bir gün biz de ebeveynlerimizin olduğu yerde olacağız.
Onları onurlandırmak için çok geç olana kadar beklemeyelim...
İdris Kilik’in bu yazıya yorumu şöyle:
‘Akrepler çok ilginç canlılar, incelenmeye değer, özellikle çaresiz kalınca intihar etmeleri bence çok düşündürücü....’
*- ESKİ ve ETKİLEYİCİ
Yazının beşiği ve insanlık tarihinin ilk medeniyetlerinden biri
Sümer uygarlığında bir pasaj aktarayım:
Sümer uygarlığı, insanlık tarihinin bilinen en eski ve en etkileyici uygarlıklarından biridir. MÖ 4500 yıllarında, Mezopotamya’nın güneyinde ortaya çıkmıştır.
Sümerlilerin en büyük katkılarından biri, insanlık tarihinin ilk yazı sistemi olan çivi yazısını (kîl yazısı) icat etmeleridir.
Bu yazı sistemi; ticari kayıtlar, yasalar, edebi metinler ve dini metinlerin yazımında kullanılmış ve insanlık tarihini sözlü dönemden yazılı döneme geçirmiştir.
Sümerler, aşağıdaki gibi gelişmiş şehir devletleri kurmuşlardır:
Uruk, Ur, Eridu…
Her şehir devleti kendi yöneticisine sahipti ve bağımsız bir şekilde yönetiliyordu.
Bu şehirlerde Ziggurat adı verilen büyük, basamaklı tapınaklar inşa edilmiştir.
Bu yapılar, dini ayinlerin yapıldığı merkezler olarak kullanılmaktaydı ve dönemin mimari dehasını yansıtmaktadır.
*- EN ESKİ YASALAR
Sümer toplumu katmanlı bir sosyal yapıya sahipti.
Halk; soylular, rahipler, tüccarlar, zanaatkârlar ve çiftçilerden oluşuyordu. Ayrıca Sümerler, vergilendirme ve hukuk sistemleriyle gelişmiş bir idari yapı kurmuşlardı.
Örneğin, tarihteki en eski yasalardan biri olan Ur-Nammu Yasası bu döneme aittir.
Sümerliler, sulama sistemlerine dayalı gelişmiş tarım yöntemleri geliştirerek çorak toprakları verimli hale getirmişlerdir.
Bununla birlikte:
• Astronomi: Yıldızların ve gezegenlerin hareketlerini gözlemlemişlerdir.
• Matematik: 60 tabanlı sayı sistemini geliştirmişlerdir (bugün saat ve açı ölçümünde hâlâ kullanılmaktadır).
*- AKADLARLA KÜLTÜREL BİRLEŞİM
Yaklaşık MÖ 2000 yılında, Sümer uygarlığı yavaş yavaş Akad İmparatorluğu ile birleşmiştir.
Ancak Sümer kültürü yok olmamış, Babiller ve Asurlular gibi sonraki Mezopotamya uygarlıkları üzerinde derin bir etki bırakmıştır.
Aradan binlerce yıl geçmiş olmasına rağmen, Sümerlilerin katkıları bugün bile insanlık tarihinde bir dönüm noktası olarak kabul edilmektedir. Yazı, yönetim, tarım ve bilimsel gelişmeler alanındaki öncülükleriyle medeniyetin temellerini atan halklardan biri olmuşlardır.
*- YILLAR ÖNCESİ BERGAMA
Gazeteci Tahsin Tuna, Bergama’dan, tarihi bir uygarlıktan söz ediyor:
‘Burası MÖ 3. yüzyıl…
Büyük İskender’in imparatorluğu parçalanmış, generalleri kendi krallıklarını kurmuştu.
Batı Anadolu’nun en stratejik bölgelerinden biri olan Pergamon, Seleukoslar’ın elindeyken, MÖ 283’te I. Filetairos adlı bir komutan tarafından bağımsız hale getirildi.
İşte Pergamon Krallığı’nın doğuşu böyle oldu.
*- AKROPOL: GÜCÜN VE BİLGİNİN ZİRVESİ
Pergamon, Helenistik çağın en parlak şehirlerinden birine dönüştü.
MÖ 2. yüzyılda Attalos ve Eumenes hanedanları, şehri bilim, sanat ve sağlık merkezi yaptı.
Roma’nın müttefiki oldular ve sonunda MÖ 133’te vasiyet yoluyla Roma’ya bağlandılar.
Şehrin yukarısında, bulutlara değen bir akropol vardı.
Burada görkemli tapınaklar, kütüphaneler ve tiyatrolar yükseliyordu. Pergamon Kütüphanesi, 200.000 ciltlik bir koleksiyonla İskenderiye Kütüphanesi’ne rakipti.
*- AKROPOL’DE BİR SABAH
Güneş doğarken, mermer sütunların arasından hafif bir meltem esiyordu. Toga giymiş filozoflar, kütüphane avlusunda tartışıyordu.
Bir köşede heykeltıraşlar, yeni bir tanrıça heykelini yontuyordu.
Tiyatroda bir oyun hazırlığı vardı; oyuncular, Aiskhylos’un trajedilerinden alıntılar yapıyordu.
Şehrin aşağısında ise başka bir dünya vardı: Asklepion.
Burası yalnızca bir hastane değil, adeta kutsal bir şifa tapınağıydı.
Yılan sembolleriyle süslü taş döşemelerden geçen hastalar, büyük bir avluya çıkıyordu.
*- BURADA BİR HASTA
Genç bir tüccar, aylar süren baş ağrıları nedeniyle gelmişti.
Rahip-hekimler onu karşılıyor, önce arındırıcı banyolar ve kutsal dualarla zihnini temizliyordu.
Sonra uyku odasına alınıyordu.
Asklepios’un rüya yoluyla ona bir tedavi sunacağına inanıyordu.
*- GÜN BATIMINDA PERGAMON
Şehir akşam olunca meşalelerle aydınlanıyordu.
Sokaklarda şairler dizelerini okuyor, müzisyenler lir çalıyordu.
Askerler kalede nöbet tutarken, halk Agora’da alışveriş yapıyordu.
Pergamon, yalnızca bir şehir değil, bilginin, sanatın ve şifanın merkeziydi.
Ve tarih boyunca, bu kadim toprakların ruhu hep yaşamaya devam etti…
*- BİLMİYORUZ
Geçen yıl, ekim ayında yazıma şöyle başlamışım:
Olaylardan ‘ibret almayı’ nedense bir türlü bilmiyoruz.
Zaten ‘ibret alsak’ aynı hataları tekrarlamayız…
Çok unutkanız, belki de ondan…
Ne yakın zamanı biliyoruz, ne de daha önceki zamanları?
Nedeni basit, okumuyoruz ve de önemsemiyoruz…
‘Bize ne?’ diyoruz, ama başa gelince şaşkına dönüyoruz.
Bize yol gösteren büyüklerimiz gibi, yol gösteren kitaplar da var.
Yani her şeyi bilemeyiz, ama öğrenme fırsatlarımız bulunuyor.
Şu bir gerçek ki, okuduklarını halkın yani bizlerin iyiliğine, güzelliğine kullanmayanlar, bizleri fırsat olarak görüp, sülük gibi kanımızı, canımızı, malımızı emenler var.
Bunlar insan olabilirler mi?
Sonlarına bakıyorum, ya hapishane oluyor, ya da hastane!
Azap içinde sonlarını bekliyorlar.
Doğruya, güzele yönelenlere bakın; sonunda hep kazananlar onlar oluyor.
Bir de belirttiğim gibi kalpleri bozuk, eğri, taşlaşmış, mühürlenmiş olanlara!
Bunlar genelde bir şekilde, onun bunun sırtından para, mal, mülk kazanmış kişiler…
Öyle ki, bırakın sizi- bizi, bunlar kardeşleri, aileleri, hatta çoluk çocuğu ile bile kavgalıdırlar.
Dedim ya, sonları sonbahardaki yapraklar gibidir…
Ailelerinden de koparlar, sallanıp durur ve sonunda toprak olurlar…
Ayaklarımızın altında ezilirler…
Yok olurlar…
Görsek de görmesek de sonları hüsrandır…
‘Hayrını gör!’ temennisi bunlar için hayaldir…
Mutlaka ‘Cehennemi’ yaşayacaklardır, kurtuluşları yoktur.
Doğruluğa, adalete, halka yüz çevirenlerin sonlarına bakın, bilmiyorsanız okuyun, neler görecek, ne ibretler alacaksınız.
Atalarımız ne demiş, ‘Sabreden derviş, muradına ermiş!’
İnanın halka daha doğrusu canlılara zülüm edenlerin sonları hiç iyi olmamıştır.
Bilerek doğruyu görmeyenlerin de…
Gücünü kullanıp, bizleri mağdur edenlerin de…
Kıskançlık, doymazlık, azgınlık, denge noktasından sapma, yalancılık, zulüm, kibir, ihtilaf, tefecilik, dolandırıcılık, tağşiş, körlük, inkâr, aklınıza ne gelirse bu tiplerde vardır.
Bu tipler, kesinlikle, doğruya ve güzele kılavuzlanmamışlardır.
Şunu da ilave edeyim:
Hiçbiri çalışarak üretmemiş ve alın teriyle, hakkıyla kazançları olmamıştır.
Çoğu vicdansızdır…
Zulüm ve yalan bunların kardeşidir…
Mülk ve saltanatları bittiğinde gerçek yüzleri ortaya çıkar.
Bu tipler, tüm hayatlarını, başkalarına gösteriş yapmak,
Onlardan takdir toplamak için sürdüren, insanları, çalışanları hor gören, aşağılık tiplerdir.
Yalnız halkı değil, devleti ve kurumları dolandırmanın bin bir yolunu da bilirler, uygularlar.
Arzu ve isteklerine düşkün tiplerdir.
*-
Yorumlar
Yorum Gönder