KEYİFE KEYİF, LEZZETE LEZZET KATMAK İÇİN YAPILACAK
YAŞAR EYİCE
*- BİR BAŞKA EFSANE
Bir süre önce Türkiye’nin ilklerinden ‘Anadol’ ile ilgili bir yazıyı kaleme almıştım.
Amerikalılar her zaman olduğu gibi ‘yerli otomobil’ konusunda da bize kazık atmışlardı.
Bursa’da görevli mühendislerimiz, ısrarcı olunca kendilerine Vehbi Koç da destek verince ‘Anadol’ yaşama geçirildi.
‘İçten dıştan’ diyoruz ya, bu güzel ve önemli otomobilimiz de ‘Devir’in akıbetine uğradı, halbuki hiç arıza vermeden dünyayı dolaşıyordu.
Şimdi de, yine Bursalı dostların anımsattıkları bir otomobilden söz edeyim:
‘Fransa’dan Türkiye’ye uzanan bir başarı hikayesi: Renault 12’nin sıra dışı yolculuğu’ konumuz.
‘1970’li yılların başında, Türkiye’de otomobil sahibi olmak lüks sayılıyordu.
Az sayıda model bulunuyor, ithal edilen araçlar pahalıya satılıyordu.
İşte tam bu noktada, Renault’nun Türkiye macerası başladı.
Fransız otomotiv devi Renault, 1969 yılında Renault 12 modelini piyasaya sürdü.
Avrupa’da oldukça ilgi gören bu model, sağlamlığı ve geniş iç hacmiyle beğeni topluyordu.
Ancak, Renault 12’nin en ilginç hikâyesi Türkiye’de yazılacaktı…
*- BU KEZ FRANSIZLARLA
1971 yılında, Türkiye'de otomotiv üretimini hızlandırmak isteyen Oyak Grubu ile Renault arasında bir anlaşma yapıldı.
Fransız mühendisler ve Türk işçileri bir araya geldi ve Bursa’da Oyak-Renault fabrikası kuruldu.
Ama kimse, bu fabrikanın Türk halkının otomobil alışkanlıklarını kökten değiştireceğini tahmin etmiyordu.
Fransa’nın Vazgeçtiği, Türkiye’nin Sahiplendiği Model
Fransa’da Renault 12’nin üretimi 1980’lerin başında sona erdi.
Ancak Türkiye’de o kadar popülerdi ki Oyak-Renault, üretimi durdurmak yerine devam ettirme kararı aldı.
Bu sayede Renault 12, 2000 yılına kadar, yani tam 30 yıl boyunca Bursa’da üretildi!
*- TÜRKİYE’DE ZİRVEDEYDİ
Hatta Fransızlar bile şaşkındı. Kendi ülkelerinde üretimi bitmiş bir model, Türkiye’de hâlâ zirvedeydi.
Türk sürücüler, Renault 12’yi bırakmak istemiyordu.
Kolay tamir ediliyordu, yedek parçası boldu ve bozuk yollara bile dayanıklıydı.
Renault 12’nin Türkiye’deki bu başarısı o kadar etkileyiciydi ki, Dacia markası bile Romanya’da bu modeli üretmeye devam etti.
Bir nevi, Türklerin Renault 12’ye olan sevgisi, modelin Avrupa’da dolaylı yoldan yaşamaya devam etmesini sağladı.
*-TÜRK YOLLARINDA BİR EFSANE
Renault 12’nin efsanesi, zamanla Toros adıyla anılmaya başladı. Özellikle doğu ve güneydoğu Anadolu bölgelerinde, çiftçilerin ve memurların vazgeçilmezi oldu.
Hatta ‘Toros’ denince akla doğrudan Renault 12 geliyordu.
Bugün bile Anadolu’nun birçok köyünde, 40 yaşını geçmiş Renault 12’lerin hâlâ kullanıldığını görebilirsiniz.
Fransa’da unutulan bu model, Türkiye’de adeta ölümsüz oldu.
İşte Renault’nun belki de en az bilinen, ama en ilginç hikayelerinden biri: Fransızların vazgeçtiği bir otomobil, Türklerin sevgisiyle tam 30 yıl boyunca yaşamaya devam etti ve bir efsaneye dönüştü.
*- KUZEYİN OĞLU DA YILDIZ OLDU
Değerlerimiz bizi bırakıp gidiyorlar.
Bu satırları yazarken, ‘Kuzeyin Oğlu’ Volkan Konak’ı da kaybettik.
Zeki Müren gibi o da sahnede öldü.
Volkanın sesinden enerji almayan yoktur herhalde.
Ben de tarihten bir başka örnek vereceğim:
Duymuşsunuzdur;
Orhan Veli ceketsiz öldü.
Cebinden 28 kuruş çıkmıştı.
Orhan Veli bu; parasızlık yüzünden sevdiğine mektubunu gönderemeyen şair.
Çamurda papucu, yağmurda pardösüsü olmadığı için sevdiğinin yanına gidemeyen şair.
Orhan Veli bu; yokluktan arkadaşının pardösüsünü giyen şair.
Orhan Veli bu; 36 yaşında musalla taşında uzanmış cansız bedende adını ölümsüz kılan.
Orhan Veli bu; kibirsiz bir insan şair.
Orhan Veli bu; şiir gibi adam... Şiir gibi hayat... Şiirde yaşayan.
Cep delik, cepken delik.
Yen delik, kaftan delik.
Don delik, mintan delik.
Kevgir misin be kardeşlik.
Orhan Veli Kanık
Anısına saygı ile...
*- KALICI İZ BIRAKTI
Anımsatayım:
Orhan Veli Kanık (1914–1950) ünlü bir Türk şairi ve daha fazla konuşma dili ve günlük bir dil sunarak Türk şiirinde devrim yaratan, ‘Garip akımının’ kurucularından biriydi.
Melih Cevdet ve Oktay Rifat'ın yanı sıra, geleneksel şiir biçimlerinden kopmaya çalıştı, kafiye, ölçü ve süslü dili sadelik ve erişilebilirlik lehine reddetti.
En ünlü eserlerinden bazıları, ‘İstanbul'u Dinliyorum’ ve ‘Anlatamıyorum’ gibi şiirlerdir.
Şiirleri genellikle şehir yaşamı, doğa ve insanlık durumu temalarını mizah ve ironi dokunuşuyla yansıtır.
Kısa ömrüne rağmen Türk edebiyatında kalıcı bir iz bıraktı.
Aklımdaki bir görüşü de, yeri gelmişken, Anatole France’nin ağzından paylaşayım:
‘Kitaplarınızı asla ödünç vermeyin, çünkü kimse geri getirmez. Kütüphanemdeki bütün kitaplar, başkalarından ödünç aldıklarım.’
*- SARIŞIN BİR ASİ
Bana tanıyıncaya kadar hep itici gelmişti.
Filmlerini de ‘Eh işte!’ diye izliyordum, yani kendisine bir türlü alışamamıştım.
Taa, yakından tanıyıncaya kadar…
Özellikle gerek İzmir yöresinde film çevirirken ve tabii Enternasyonal İzmir Fuarı zamanlarında…
Boş zamanlarını hep bizim aramızda geçirirdi, çalıştığım gazetede…
Genelde Dinç Bilgin ile tavla oynardı.
Meğer yanılmışım…
Gerçekten dünya güzeli bir film sanatçımızdı.
Bakın onun için ne yazmışlar?
*- GÖKSEL ARSOY’UN SESSİZ DEVRİMİ
Yeşilçam’da 1950’lerin sonları…
Perdeler açıldığında seyircinin aradığı yüz bellidir:
Esmer, bıyıklı, kara kaşlı, mağrur bir erkek.
Kalıplar nettir; jön dediğin, halkın alıştığı gibidir.
Ama sonra bir gün sinema perdesine bıyıksız, sarışın, duru tenli, naif bakışlı genç bir adam düşer.
Ve her şey değişmeye başlar.
O adam Göksel Arsoy’dur.
*- GÖKYÜZÜ TUTKUSU
Giritli bir anneyle Dramalı bir babanın evladı.
Gözünü göğe dikmiş bir çocukken, Kayseri Hava Üssü’nde pilotlara baka baka büyür.
Tek hayali, kokpitte olmak…
Öyle ki, Haydarpaşa Lisesi’nden mezun olur olmaz soluğu Hava Harp Okulu’nda almak ister.
Ama annesi izin vermez.
Göksel Arsoy, bu hayalini yüreğine gömer; ama o gökyüzü tutkusunu, sonraki hayatında hep yanında taşır.
*- İLK FİLMİ
İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’ne girer.
Aynı dönemde Yeşilköy Havalimanı’nda çalışmaya başlar.
Sessiz, kendi hâlinde bir yer hizmetleri görevlisidir.
Fakat bir gün, kaderi değiştirecek biriyle karşılaşır:
Yönetmen Sırrı Gültekin, ‘Bir filmde oyna!’ der ona.
İlk filmi ‘Kara Günlerim’ olur.
Kamera karşısında ne yapacağını bilemeyen genç adam, içindeki oyunculuğun uyanışını bizzat hisseder.
1957’dir.
*- ALTIN ÇOCUK
İki yıl sonra, Belgin Doruk’la birlikte ‘Samanyolu’ filminde rol alır.
Bu, sadece bir filmin değil, bir dönemin efsanesinin başlangıcı olur. Salonlar dolar taşar.
Sarışın bir jön, Türk halkının kalbine girer.
Adı artık ‘Altın Çocuk’tur.
Bu unvanı ona ne yapımcılar ne dergiler verir; halk verir. Öyle sevilir ki, çikletlerin içinden çıkan kartlara resmi basılır, genç kızlar koleksiyon yapar.
Ama Göksel Arsoy sadece yakışıklılığıyla değil, eğitimi, terbiyesi, donanımıyla da fark yaratır.
Yabancı dil bilir. Ata biner. Voleybol oynar. Yelken kullanır. Rol ezberlemeden kamera karşısına geçmez. Ve en önemlisi, duruş sahibidir.
*- BAŞKA BİRİ OLMADI
Çoğu kişi bilmez:
O dönemde Zeki Müren’in sesiyle ilk karşılaştığında ‘Fazla tiz ve süslü’ bulur.
‘Sade ve içli bir sesi daha anlamlı bulurum’ der bir röportajında.
Yıllar sonra sahneye çıktığında ise bu sözlerin tam tersini yaşar:
Zeki Müren, onu izlemeye gelir.
Yani Arsoy’un sesi, o çok beğenmediği ‘Sanat Güneşi’ni bile etkiler.
Bu, hem alçakgönüllü bir yüzleşme hem de Arsoy’un çok yönlülüğünün bir kanıtıdır.
Yesari Asım Arsoy’dan aylarca şan eğitimi alır.
Gazinolarda 15 yıl boyunca sahneye çıkar.
Sesi güçlüdür, sahnede doğaldır, yapaylıktan uzak bir assolist gibidir. Yeşilçam’dan gazinoya geçip bu kadar başarı yakalayan başka kimse olmamıştır.
*- KENDİSİ ANLATIR
Ama onun en az bilinen yönlerinden biri de sansürle mücadelesidir.
Sol eğilimli olduğu gerekçesiyle yasaklanan ‘Kızgın Delikanlı’ filmini bizzat dönemin Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel’e anlatır, izletir ve gösterime alınmasını sağlar.
Hava kuvvetlerini anlatan ‘Şafak Bekçileri ‘sansüre takıldığında, dönemin Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral İrfan Tansel’in kapısını çalar.
Bu, bir oyuncudan öte, mesleğini sahiplenen bir sanatçının hikâyesidir.
*- KİMSEYE BENZEMEZ
Belgin Doruk’la 20’ye yakın filmde kamera karşısına geçer.
Seyirci onları birbirine öyle yakıştırır ki, gerçek hayatta da birlikte olduklarına inanılır.
Oysa Göksel Arsoy, kalbini Soley Hanım’a verir.
İstanbul Üniversitesi’nin bahçesindeki büyük çınarın gölgesinde evlenme teklif eder.
Nikâh gününde hayranları binayı doldurur, içeri dostları bile giremez. ‘Belgin Doruk’a ihanet etti’ diye düşünen hayranlar bile olur.
Ama o, hep tek bir yastık, tek bir kadın der.
Bugün 90 yaşına adım atıyor.
Uzun yıllardır gözlerden uzak ama gönüllerde dipdiri duruyor.
Sadece filmleriyle değil, kişiliğiyle, emeğiyle, duruşuyla hatırlanıyor.
Göksel Arsoy’un hikâyesi, sadece bir ‘Altın Çocuk’un değil, bir dönemi zarafetle omuzlamış, kıymet bilen bir adamın hikâyesidir.
O, jön değil; bir döneme yön vermiş, kimseye benzemeyen bir yıldızdır.
*- HEP İMTİHANDAYIZ
‘İnsan’ konusunu sık sık ele alıyorum.
Bazen dostların, bazen ünlülerin sözlerini paylaşıyorum.
Çoğu zaman da sizlerin, yani okuyucularımın…
Bazen hayat;
Sana yolunun ne kadar doğru olduğunu göstermek için, seni yolundan çıkmış insanlarla karşılaştırır.
‘Nasıl bir insan olduğunu gör!’ diye,
İnsan olmayanlarla kesiştirir yollarını.
Aldığın terbiyenin, savunduğun değerlerin ve sahip olduğun kişiliğin kıymetini, bil diye,
Seni, insanlığına sırtını dönmüşlerle sayısız kere imtihan eder.
Bırak bazen acıtsınlar canını.
Ne mutlu sana, yine de doğru bildiğin yolunda yürüyebiliyorsan.
Ve Ne mutlu sana ki, her şeye rağmen, ‘çok şükür ben insanım’ diyebiliyorsan…
*- OHH NE GÜZEL
Can Yücel bakın ne demiş?
“Öyle sabah uyanır uyanmaz yataktan fırlama
Yarım saat erkene kurulsun saatin.
Kedi gibi gerin, ‘ohh ne güzel yine uyandım!’ diye sevin..
Pencereni aç, yağmur da olsa, fırtına da olsa nefes al derin derin...
Yüzüne su çarpma, adamakıllı yıka yüzünü serin serin...
Geceden hazır olsun, yarın ne giyeceğin.
Ona harcayacağın vakitte bir dilim ekmek kızart,
Çek kızarmış ekmek kokusunu içine,
Bak güzelim kahvaltının keyfine.
Ayakkabıların boyalı olsun, kokun mis,
Önce sana güzel gelsin aynadaki siluetin..
*- NEŞEYLE EVİNDEN ÇIK
Çık evinden neşeyle, karşına ilk çıkana gülümse, aydınlık bir gün dile.
Sonra koş git işine, dünden, önceki günden,
Hatta daha da eskiden yarım ne kadar işin varsa hepsini tamamla,
Ohhh şöyle bir hafifle
Bir güzel kahve ısmarla kendine,
Seni mutlu eden sesi duymak için "alo "de
Hiç işin olmasa da öğle üzeri dışarı çık
Yağmur varsa ıslan, güneş varsa ısın, hatta üşü hava soğuksa...
Yürü, yürürken sağa sola bak, öylesine değil, görerek bak
Çiçek görürsen kokla, köpek görürsen okşa ,
Çocuk görürsen yanağından makas al.
*- YÜREKLERİ ISITIR
Sonra, şöyle bir düşün, kimler sana yol açtı,
Sen çok dar da iken kimler seni ferahlattı,
Hani kapını kimsenin çalmadığı günlerde kimler kapını tıklattı?
Ne kadar uzun zamandır aramadın onları değil mi?
Hadi hemen uğrayabilirsen uğra, arayabilirsen ara
Hatırlarını sor, öyle laf olsun diye değil, kucaklar gibi sor..
Bu sadece onların değil, senin de yüreğini ısıtacak,
Yüzünde güller açtıracak.
Günün güzeldi değil mi? Akşamın da güzel olsun..
*- ÖNCE SAĞLIK OLSUN
Yemeğin ne olursa olsun, masanda illaki kumaş örtü olsun..
Saklama tabakları, bardakları misafire
Sizden ala misafir mi var bu dünyada?
Ailecek kurulun sofraya, öyle acele acele değil,
Vazife yapar gibi hiç değil,
Şöyle keyife keyif katar gibi, lezzete lezzet katar gibi,
Eksik bıraktıklarını tamamlar gibi tadına var akşamının..
Gece evinde, dostların olsun
Sohbetin yemeğin, kahkahan olsun..
Arkadaşım
Hayat bu daha ne olsun?
Ama en önce ve illa ki sağlık olsun!
*-
Yorumlar
Yorum Gönder