İYİ Kİ BİZDEN BİRİ, MÜSLÜMAN DEĞİL
YAŞAR EYİCE
*- ASLA ve KAT’A
Nikola Tesla, “O kadar cahilsiniz ki, ‘dininiz var!’ diye ahlaka ihtiyacınız kalmadığına sanıyorsunuz!” demiş.
İyi ki bu adam Türk değil…
İyi ki Müslüman da değil!...
Yoksa bazı dostlarımızdan tepki alacağımız kesindi.
Bilmeyenler için Nikola Tesla’yı tanıtayım:
Sırp kökenli Amerikalı bir mucit, mühendis ve vizyoner bilim insanıdır.
10 Temmuz 1856'da Hırvatistan'da doğmuş ve 7 Ocak 1943'te New York'ta vefat etmiştir.
Genellikle elektrik ve manyetizma alanındaki devrim niteliğindeki çalışmalarıyla tanınır.
Tesla bobini, radyo teknolojileri ve kablosuz enerji transferi gibi birçok yenilikçi fikir ve cihazın mucididir.
Bilimsel başarılarına rağmen, Tesla'nın yaşamı boyunca maddi sıkıntılarla karşılaştığı bilinir ve fikirlerinin çoğu zamanın ötesinde olduğu için yeterince takdir edilmemiştir.
Ancak, günümüzde bilim dünyasında bir ikon olarak görülmekte ve vizyonu modern teknolojiler üzerinde büyük etkiler bırakmaktadır.
Sırp bilim insanı önce, binlerce Türk ve Müslüman’ı şehit eden, toplu gizli çukurlara atıp üstlerini örterek saklamayan çalışan kendi insanlarına ve Amerikalılara, yani Hristiyan muhafazakarlara sesleniyor, bir teşhisini böylece ortaya koyuyor.
Bizde ‘Böylesiniz!’ diyeceklerimiz yok mu?
Tabii ki var…
Geçenlerde 17 kardeşinden dokuzuyla birlikte yaşama tutunabilen, cahil anne ve babanın durumunu anlatan ve emniyet güçleri ile adliyenin yani mahkemenin ortaya çıkardığı gerçeği dile getiren gencimizin anlatımlarını hayretle dinledim.
Dağ başında değil, olay Söke’de geçiyor.
Annesine soruyor, ‘Neden kendini korumuyorsun?’ diyen delikanlıya verilen yanıt şu:
‘Doğum yaparken ölürsem Cennet’e giderim!...’
Ne anlatan, ne de diğer kardeşlerin hiçbirisi ne anne sevgisinden haberdarlar ne de baba destek ve güveninden…
İki kardeşinin, mahkeme kararı ile açılan mezarlarından adli tıp raporu mealen şöyle:
‘İşkence ile ölmüşler!’
Yani kafatasları ve kemikleri kırılmış, büyük tazyik görmüşler…
Bu kadarını anlatıyor, dini konulara ve görüşlere, batıl inançlara girmiyorum.
Sanıyorum tv programcıları bu anlatım ve programı internete de koymuşlar.
Canınızı sıkmak istemem, zaten benim sıkıldı ama hayat böyle işte.
Belki de bu durum açlıktan, geçinememekten ortaya çıkıyor.
Bilemiyorum…
Bilen vardır herhalde…
*- DOST DOST DEDİKLERİ
Murat Eştürk, ‘Valla bu sözlere bayıldım!’ demiş.
Merak ettim, Murat Bey neye bayılmış?
‘Zor bulunan nedir?’ dediler, ‘Dost!’ dedim.
‘Yaşamak ne?’ dediler, ‘Dostla olmak!’ dedim.
‘Ölmek ne?’ dediler, ‘Dosttan ayrılmak!’ dedim.
‘Dost kim?’ dediler, ‘Şu an mesajımı okuyan yüreği güzel insan’ dedim.
Yani sizlersiniz..
Yani okumayı sevenler…
Zaten okuyan dosttur, güzel insandır…
Devam edelim:
Borç verdiği kişiden alacağını istemeye utanan,
Önünde yürüyen kadın, takip edildiğini sanmasın diye, hızlanıp onu geçen,
Kuşlar yemek yerken, ürküp kaçmasınlar diye. Yolunu değiştiren,
Elindeki çöpü, çöp tenekesi buluncaya kadar elinde gezdiren,
Kimse görmediği halde, doğru olanı yapan,
Başkalarının adına utanan,
Az ve öz konuşan,
Yüreği güzel insanlara selam olsun…
*- GENÇLER ÖĞRENMELİ
Şimdi ilginç bir sorunun yanıtını vermeye çalışacağım?
Emine Elat’ın dikkatini çekmiş ve soruyor;
‘Neden dedeler, hava soğuk olsa bile parkta oturuyorlar?’
Belki de bir kitapta ya da makalede okudu, yani yanıtını biliyor ama bize de bu soruyu göndermiş..
Düşündük, taşındık, araştırdık ve sorunun yanıtını şöyle bulduk;
1. ‘Alışkanlık ve Huzur’: Parkta vakit geçirmek onların günlük rutinlerinin bir parçası olabilir. Doğayla iç içe olmak ve temiz havada biraz zaman geçirmek ruhu dinlendirir. Bu onlara huzur veriyor olabilir.
2. ‘Sosyalleşme’: Parklar, diğer insanlarla sohbet edebilecekleri ve sosyalleşebilecekleri bir ortam sunar. Eski dostlarla buluşmak ya da yeni insanlarla tanışmak için ideal bir yer.
3. ‘Geçmişten Gelen Bir Bağlantı’: Belki gençliklerinde parklar, arkadaşlarıyla vakit geçirdikleri ya da önemli anılar biriktirdikleri yerlerdi. Bu bağ onları tekrar tekrar oraya çekiyor olabilir.
4. ‘Fiziksel Hareket ve Sağlık’: Az da olsa temiz havada oturmak ve etrafı seyretmek, hareketsiz bir yaşamdan daha iyi olabilir. Kan dolaşımına, akciğerlerine ve zihinsel sağlığına katkı sağlar.
Bu sade ama anlamlı alışkanlıkları, yaşamlarının farklı yönlerine dokunan derin bir bilgelikten kaynaklanıyor gibi görünüyor.
Belki bir gün gençlerimiz de büyüklerinden, dedelerinden bir şeyler öğrenebilirler…
Şimdilik bu kadar…
Nuray Çakmak yazmış;
“Şöyle bir dönüp bakıyor:
Durup düşünüyorum da!
Nedense hep iyiler hasta, iyiler yorgun,
Gamsızlar sefada!
Arsızlar sağlam!
Hep mi, kötülerin gemisi yürür bu hayatta=”
*- EL ELE HEP BERABER
7 Aralık 1945 tarihinde Nazım Hikmet Ran şunları yazmış;
“Bursa’da havlucu Recebe,
Karabük fabrikasında tesviyeci Hasan’a düşman,
Fakir – köylü Hatçe kadına,
Irgat Süleyman’a düşman,
Sana düşman, bana düşman!
Vatan ki bu insanların evidir,
Sevgilim, onlar vatana düşman!”
Sanki bir değişiklik yok!
Sadece herkes birbirine düşman…
Yani artık birbirini seven neredeyse kalmamış gibi…
Neden?
Bunun suçlusu kim?
Bence tek yanıtı var o da politikeci…
Çirkin politikacı…
Bizi kandıranlar, bölünmemizden, ayrışmamızdan kendilerine pay çıkaranlar.
Ne yapmalıyız?
Silkinip kendimize gelmeliyiz…
Silkelenip bir yerlere savrulmamalıyız…
Gün birlik ve beraberlik günüdür.
Gün kardeşlik, barış, dostluk günüdür…
1960’da gençler şöyle diyordu;
‘Olur mu böyle olur mu?
Kardeş kardeşi vurur mu?’
Sakın ha!
El ele hep beraber güzel, huzurlu, keyifli günlere doğru…
Ne demiş Mustafa Kemal Atatürk;
‘Bir devlet adamı, kendi insani hislerine tabi olarak devlet meselelerini halledemez!
O yetkiye sahip değildir.
Memleket kimsenin malı mülkü değildir.”
Bu kadar işte…
*- AKLIMA GELİNCE
Zamanı geçti ama ben yine de Yılbaşı’ndan söz edeceğim.
Belki biraz da istanbul’daki eski ‘yılbaşı kutlamalarından’ bahsederim.
Yılbaşını, Babilliler mart, Asurlular eylül ortasında kutlarken Romalılar MÖ 46’da Julius Caesar’ın Jülyen takvimini kabulüyle 1 Ocak gününü yılbaşı olarak kutlamaya başlamışlar.
Orta Çağ’da yılbaşının ayı ve günü ülkelere göre değişime uğrasa da 1582’de Gregoryen takvimiyle yeniden 1 Ocak’ta kutlanır.
Ülkemizde yılbaşının tarihine gelince...
Osmanlı İmparatorluğu, yılbaşıyla, 1829 yılında İngiltere Elçisi’nin Haliç’te bir gemide verdiği baloya kazasker, serasker gibi devlet adamlarının davetiyle “resmî” olarak tanışır.
Cumhuriyet’in ilanından sonra Gregoryen takviminin “miladi takvim” ismiyle 1926’dan itibaren kullanılmasıyla yaygınlaşır.
O zamandan bu yana ritüeller, eğlence alışkanlıkları, mekânlar değişse de değişmeyen yeni yılın umutlarla, iyi dileklerle karşılanmasıdır…
*- BİTMEYEN; UMUTLAR, DİLEKLER, HEDİYELER,,,
Yılbaşı ve yılbaşı gecesi denilince aklımıza ilk gelen ritüeller olur.
Yeni yıla dair umutlar, dilekler, hediyeler, piyangolar, eğlenceler, yemekler…
Daha eskiden bunların yanı sıra çam ağaçları, oyunlar ve balolar da gelirdi.
Biz önce eğlence kısmıyla başlayalım kısa yolculuğumuza…
Cumhuriyet’in ilk yıllarındayız…
1926’da İstanbul’da yaşanan yılbaşı gecesini, 27 Aralık 1953’te Yirminci Asır dergisinde yayımlanan yılbaşı yazısından aktaralım:
Yılbaşını da ilk defa 1926 senesine girerken kutladık.
O gece, perşembenin cumaya bağlandığı, cuma -o devirde- tatil olduğu için her tarafta yapılan yılbaşı eğlenceleri büyük bir rağbet görmüş, herkes sabaha kadar gülüp eğlenmişti.
Elektrik idaresi de ilk defa o gece tam saat 12’de şehrin bütün ışıklarını bir dakika söndürmek âdetine başlamıştı.
*- SAADET TEMENNİSİ
1 Ocak 1929 tarihli Akşam gazetesinin yeni yıl tebrikinden birkaç satır: “Bu gece yarısı, yeni sene başlıyor. Kari’lerimize (okurlarımıza) saadet temenni ederiz. Bu gece saat tam on ikide 1928 senesi bitiyor, 1929 senesi başlıyor. Yılbaşı bütün milletler için bir nevi medenî bayramdır. Bilhassa garplılar yılbaşını büyük sevinçle tes’it ederler (kutlarlar), çocuklara hediyeler verirler, birbirlerini tebrik ederler. (…)
Arkasına baktığı zaman acısı az, nedametsiz bir mazi, önüne baktığı vakit tehlikesiz, doğru bir yol görebiliyorsa ne mutlu…
Her halde, kari’lerimizin bu gece yarısı başlayacak olan 1929 senesini mes’ut ve müreffeh geçirmelerini temenni ederiz.”
Yılbaşı günü, 1935 yılında çıkarılan kanunla birlikte de ‘resmen’ tatil olur. İstanbul’da Osmanlı döneminden başlayarak yılbaşı eğlencelerinin merkezi olan Beyoğlu, II. Dünya Savaşı’nın ardından yeni açılan mekânlarla kutlamaların en kalabalık ve en renkli yaşandığı semt olmaya devam edecektir.
*- “FİTNE FÜCUR”UN YAZILARI
1948 yılındayız…
‘Fitne Fücur’ takma adıyla gazete ve dergilerde yazıları yayımlanan dönemin ünlü dublaj sanatçısı, çevirmen, yazar Adalet Cimcoz’un 1 Ocak 1948 tarihli Salon dergisindeki yazısından aktaracağımız birkaç satır, o yılların eğlenceleri hakkında bir fikir vermektedir:
‘Parkoteli’nde gördüğüm Bayan Muallâ, Robert Pike’nin bir tuvaletini giymişti, fil dişi, omuzlarını ve sırtını açık bırakan bu gece elbisesi akşamın en güzel kadınına, güzelliğine bir kat daha yardım etmiş, dirseklerini geçen siyah uzun kolluklar kibar hâlini bir kat daha aksantüe etmişti (vurguluyordu).
Parkoteli’ndeki en güzel, en şık ve en zarif kadın muhakkak ki Bayan Fatma Tatari’nin giydiği payet işlemeli tuvaletti, bu güzel kadınımız çikleti geceleri bile çiğniyor.’
O dönemin ‘dedikodu’ anlayışının naifliği bir yana okurun ‘merakını’ giderecek ayrıntıların zenginliği diğer yana…
*- ATEŞE KOŞAN PERVANELER GİBİ…
Sırada 1955 yılı izlenimleri var.
Panorama dergisinde Ocak 1955’te Faruk Fenik’in kaleme aldığı ‘Yeni Sene Kutlu Olsun!...’ başlıklı yazıdan bir bölümü paylaşarak devam edelim:
“İstanbullular bu sene, ateşe koşan pervaneler gibi eğlence yerlerine dolmuşlar…
Taksim Belediye Gazinosu, Kervansaray, Kordon Blö, Park Otel mahşer gibi…
Nerede ise masalar üst üste konacak…
Hoş; masaya da hacet yok ya!..
Herkes iç içe… Oynuyor, zıplıyor, dans ediyor… Ömürlerinden uçan bir seneyi kale alan bile yok.”
Eski yılbaşılar söz konusu olduğunda balolar en fazla anlatılanlar arasındadır.
Baloya katılanlar, o gece için diktirilen kostümler, danslar ve yaşananlar balolara katılanlar kadar katılamayanları da ilgilendirir, sonraki günlerde gazete ve dergilerden merakla balo haberleri okunur.
Cumhuriyet öncesinde İstanbul’da diplomatik çevrelerden yılbaşı balolarına katılanlar, Cumhuriyet’ten sonra da bu alışkanlıklarını sürdürürler.
Bu ilgi Ankara’ya da sıçrar, yeni açılan Ankara Palas’ta yılbaşı baloları düzenlenmeye başlar.
Sonraki yıllarda İstanbul’da Park Otel, Maksim, Tokatlıyan, Turkuaz, Gardenbar gibi mekânlar baloların ilk akla gelen adresleri olur. 1950’lerden sonra bu listeye Hilton Oteli de eklenir.
Yıllar geçer… Dünya ve Türkiye değişir. Alışkanlıklar, modalar değişir. Önce yılbaşı baloları sonra da birkaç istisnayla mekânlar tarihe karışır. Tıpkı Cumhuriyet baloları gibi yılbaşı baloları da sararmış fotoğraflarda, anılarda yaşamakta artık…
*- EĞLENCE KAYNAĞI
1970’lerin ortasına kadar, radyo, halkın en önemli eğlence kaynağıdır. Yılbaşı geceleri yapılan radyo özel yayınını da yılbaşını evinde geçiren milyonlarca kişi keyifle dinler.
Gazete ve dergilerde yayımlanan radyo programlarından bir örnek verelim.
29 Aralık 1951 tarihli Radyo Haftası dergisinde yayımlanan “Yılbaşında Neler Dinleyeceğiz?” başlıklı yazı;
“İstanbul Radyosu yılbaşı gecesi 1,5 saat alaturka, 1,5 saat alafranga olmak üzere çok orijinal bir program hazırlamıştır…” diye başlamaktadır. Ferdi Tayfur, Bâkî Süha Edipoğlu, Tarık Gürcan ve Adalet Cimcoz’un idare ettiği programa Bedri Rahmi Eyüboğlu, Behçet Çağlar ve Orhan Arıburnu şiirleriyle katılır.
Yılbaşı özel yayınında “dans orkestraları resmigeçidinde” Ayten Alpman, Rüçhan Çamay, Celâl İnce, Şecaattin Tanyerli, İlham Gencer ve Necdet Koyutürk, “alaturka saatinde” ise Perihan Sözeri, Hamiyet Yüceses, Zeki Müren, Alâeddin Yavaşça, Necmi Rıza Ahıskan’ın aralarında bulunduğu sanatçılar yer alır.
Radyodan sonra uzun yıllardır yılbaşıyla anılan televizyondan söz etmeliyiz.
Televizyonda ilk yılbaşı özel programı 1973 yılında yapılır.
Yayın 11 saat sürer.
Daha sonraki yıllarda televizyon evde oturanların tek eğlencesi olacaktır. Müzik ve skeçlerle geçen yılbaşı geceleri hâlâ hatırlardadır.
O yıllarda tek kanal olan TRT’de dansöz ve arabesk müzik yasaklıydı. Yasağı ilk delen 1979’da Orhan Gencebay olur.
1981 yılbaşı gecesi ise Nesrin Topkapı delecektir yasağı. Üst üste üç yılbaşı daha dans eder Nesrin Topkapı…
Sonra 1984’te siyah-beyaz ekranlar renklenir. 1990’da özel televizyon kanallarının kurulmasıyla seçenekler çoğalır…
*- YILBAŞI HEDİYELERİNE GELİNCE…
Hediye vermek ve almak yılbaşının eski ritüellerinden biri olarak hâlâ yaşıyor.
Geçmiş yıllarda hediyenin küçüklüğü büyüklüğü, ucuzluğu pahalılığı fark etmez, kişinin düşünülerek alınması yeterli olurdu.
Yılbaşı yaklaşınca mağaza vitrinleri süslenirdi, gazete ve dergilerde hediye ilanları yayımlanırdı.
En çok çocuklar beklerdi hediyeleri.
Elbette önce oyuncak, sonra giysi, kitap, kalem…
Hediye deyince aklımıza 1954 yılı yılbaşı günü geldi.
O yıl İstanbul’da yine bir yılbaşı telaşı sürmektedir.
Yılbaşı kutlaması yapabilecek bütçesi olmayanlar, yoksullar için o yılbaşının diğer günlerden bir farkı yoktur.
29 Aralık günü gazetelerde çıkan bir haber İstanbullu yoksulları çok sevindirir:
“İstanbul Balıkçılar Cemiyeti’nin fakirlere yılbaşı armağanı olarak kişi başına 20 kilo hamsi verilecek.”
29 Aralık 1953 tarihli Hürriyet gazetesinden okuyalım:
“Balıkçılar Cemiyeti, Belediyeye müracaatla son günlerde bol miktarda avlanan hamsi balıklarını denize dökmeyerek, bunları yeni yıl hediyesi olarak fakir halka dağıtacağını bildirmiştir.
Cemiyet bugün ve yarın, mahalle muhtarlarından alınan fakirlik vesikalarını gösteren vatandaşlara 20’şer kilo hamsi balığı dağıtacaktır.”
Ertesi günkü gazetelerden öğrendiğimize göre İstanbullulara 6 tona yakın hamsi dağıtılmış, göçmen misafirhanelerine ve Kızılay aşevlerine de arabalarla bol hamsi gönderilmiştir…
*- BİR ÜMİTLE BAŞLAMA
Yazıyı edebiyatımızın usta kalemi Nurullah Ataç’tan bir alıntıyla noktalayalım.
Ataç, 31 Aralık 1938 tarihli Resimli Hafta dergisinde yayımlanan “İkinci Kânun (Ocak]) başlıklı yazısında yılbaşı hakkında şu satırları yazmış:
“İlkkânunun (Aralık) son günü akşamı, gönlümüzde bir ümittir başlıyor. (…) Bu tatlı hülya birkaç gün devam ediyor ve sonra yeni seneye alışıp, onun yeni olduğunu unutup on iki ay sonrası için, gönlümüze hoş gelen tasavvurlar kurmağa başlıyoruz.
Birkaç günlük hülya...
Az mı?”
*-
Yorumlar
Yorum Gönder