HALİKARNAS BALIKÇISI, 'BODRUM'A KEYİFLE GİTMEDİM!...'

YAŞAR EYİCE *- İLK ADIMLA BAŞLANIR Ünal Tümin, 1990 Yılında Tercüman Gazetesi'nden emekli olduktan sonra çıkardığı ‘Yolcu’ adlı gazetenin başlığı altında şöyle yazılıydı: ‘Uzun bir yolculuk ilk adımla başlar...’ Çinli bilge Lao Tzu'da, Tao Te Ching adlı kitabında ‘Bin kilometrelik bir yolculuk tek bir adımla başlar’ der. Allan Percy ‘Her güne bir Kafka’ kitabında bu özlü sözün iki bin yıldan eski olduğunu belirterek, bizden önceki ve bizden sonra gelecek olan kuşakları göz önünde bulundurarak hayatın, ‘sadece iki adım arasındaki an’ olduğunu ifade eder. *- SAKIN HA! Fatih Beker yıllardır takipçilerimden. Kaç kez misafir etmek istediğini belirtti. Geçen yaz, ‘Mutlaka geleceğim!’ dedim, gidemedim. Ne derler, ‘Büyük lokma ye, büyük laf etme!’ Bu atasözü bize, büyük sözler söylemek yerine, hayatın getirdiklerine hazırlıklı olmak. gerektiğini hatırlatıyor. Bu tarz atasözlerinin ne kadar derin anlamlar taşıdığını biliyoruz. Bu söz üzerine fazla fikir yürütmek istemiyorum. İşin özeti sözümü tutamadım, gidemedim, sağlık sorunları nedeniyle. Birkaç dosta daha sözüm var, ama olmadı işte. Şimdi yoğurdu bile üfleyerek yiyorum. Kesinlikle hiç kimseye söz vermiyorum. Herkese tavsiyem de bu şekilde. *- Fatih Beker Bey şimdi de, hemen her gün eski yıllardaki yazılarımı bulup gönderiyor. Niyet belli! Sözümü anımsatıyor, bu yolla… Kendisinden huzurunuzda özür diliyorum, elimden şimdilik başka bir şey gelmiyor. Fatih Beker’in gönderisine baktım, bir yazımda, ‘Yaşadıklarımızı nedense hep unutuyoruz!’ demişim. Yazımda özetle; ‘Hesap mutlaka sorulmalıdır... Artık gerçekler konuşulmalıdır… Şikâyet da, mutluluk da korkusuzca dile getirilmeli…’ başlıklarımı inceleyip, irdelemişim. ‘Husumet tutmam ama buna hesap soracağım!’ açıklamasını yapan siyasetçilerden her hangi birinin sözünü tuttuğunu gördünüz mü? Hesap sormalar nedense hep diğer dünyaya bırakılıyor. Korkudan mı, yoksa beceriksizlikten mi, ya da ‘sıra bana da gelir!’ diye düşünmekten mi bilmiyorum. Bence bu ‘hesap sorma’ bir kişi ili sınırlı tutulmamalı, kim haksızlık yapıysa, kim kimin malına mülküne, namusuna göz koyduysa karşılığını almalıdır. Bir saniyede, bir ince çizgi ile hesap kapatılmamalıdır... *- Farkında mısınız? Son zamanlarda, yalnız sosyal medyada değil, toplumda da, yüksek sesle konuşmalar başladı. Özellikle yakınmalar aldı başını gidiyor. Bir ‘seyyar’ denilebilecek kitapçı tanıdığım var. Adı da ‘Özgür!’ Takma falan değil, gerçek ismi... Kitaplara göz atarken, ‘İşler nasıl?’ diye sordum... Klasik bir yanıt verdi: ‘Yaprak kıpırdamıyor!’ Sonra devam etti: ‘Ev kiramı ilk kez 8 gün gecikmeli ödeyebildim!’ Ev kirasından söz edilmişken söyleyeyim: Özellikle öğrenci muhitlerinde, örneğin Bornova’da son zamanlarda rastlanıyor. İşçi, yani sanayi muhitlerinde de oluyor... Bir kişi ev kiralıyor, sonra maaşı yetmeyince veya alacaklarını tahsil edemeyince, son zamanlarda moda olduğu şekilde, kiracı oturduğu evi, günlüğüne, hatta saatliğine kiraya veriyor... Böylece ekstra bir kazanç sağlamaya çalışıyor... Bunu yapanların sayısı da artıyor... İsterseniz emlak komisyoncularıyla konuşun bakın neler anlatacaklar, neler? Bu önemli konu bir ara gündeme gelmişti, Her şeyde olduğu gibi unutuldu gitti. Hatta bazı belediyelerin bu işi yapanlara hoşgörü ile baktıkları da notlarımın arasında bulunuyor. Böyle ekmek kapısı olur mu? *- TABİİ Kİ FIKRA Şimdi yine gülme anı geldi, şu fıkrayı paylaşayım: Erzurumlu harmanını kaldırmış, ekinini kurutuyormuş. Öğleden sonra bir bakmış gökyüzü kararmaya başlamış. ‘Allah'ım, ne olirsen ekinim gurumadan yağmurunu yağdırma. Allah'ım birkaç gün daha yağmurunu yağdırma, ne olirsen' diye dualar edip durmuş. Ekini’ kurudu kuruyacak!’ derken, akşamüzeri son yarım saatte bir yağmur bir bora. Tüm ekini çürümüş. Erzurumlu o hırsla eve gelmiş. Bir de bakmış ki eşeğine de yıldırım çarpmış. Bu ikincisi de Erzurumlunun içine oturmuş ama elden ne gelir? Zaman geçmiş, Ramazan ayı gelmiş, ilk sahurda oruç tutmaya niyetlenmiş Erzurumlu. Bütün gün aç susuz akşamı beklemiş. İftara tam yarım saat kala, bir sigara çıkartıp yakmış. Sigaradan derin bir nefes çekip gökyüzüne bakarak üflemiş; ‘Nasıl? İllet oliysen şimdi değil mi?’ demiş ve ‘Ölen eşeği de gurbana saymazsam şerefsizim!’ Tabii ki şaka... Ama insanı sıkıntıları arasında güldürüyor, işte... Herhalde bir konu olmuş da bu fıkrayı anımsamışım. *- İŞE YARIYOR Yalnız ben değil, birçok kişinin ‘not defteri’ yani bizim deyişimizle ‘günlük’ tutup zamanı gelince bundan yararlandığını biliyorum. Hatta herkese öneriyorum, ‘günlük sayesinde, geçmişi bilip hatırlayıp, geleceğe buna göre bakabilirsin…’ diye… Çok ama çok faydasını göreceğiniz kesin… Bir de bunları fıkralarla beslerseniz, değme keyfiniz olur, toplum önünde… Uzman doktorlara göre de Alzheimer hastaları geçmişlerini, hatta kelimeleri unutabiliyorlar; ancak, müziğin güzelliğini veya etkileşimini unutmuyorlar. Ben de günlükteki notlarınız sayesinde muhtemel Alzheimer’in önüne set seçmiş olacağınızı söyleyebilirim. *- BOYOZ SATICISI AVRAM Bu işe yani ‘not defteri’ tutan dostlarımızdan biri gönderdiğim fotoğraflarla birlikte şu yazıyı da paylaşmış: “…Ortada, elinde boyoz tutan kişi, İzmir'in ünlü boyoz satıcısı Avram. Avram'ın sattığı boyozları kendisinin yaptığı gibi bir yanılgı yer etmiştir İzmir'de. Oysa Avram sadece satıcıdır, boyoz açmayı bilmez. Bergama Yahudilerindendir. Onun sattığı boyozlar, sağında duran (elini omzuna koymuş) Hüseyin Konya'nın fırınında her biri Türk boyoz ustaları tarafından açılır ve pişirilirdi. *- HATIRLAYIN ‘Avram'ın boyozları meşhurdu" sözünü duyarsanız, bunu hatırlayınız. Onun boyozları geç saatte fırına verilirdi, çünkü ıspanak ve handrajo (Sefarad Mutfağından; Patlıcanlı Kabaklı Ay Böreği- İzmir Usulü Hamur), gibi iç malzemeleri, yaşadığı aile evinde kendi hazırlayıp getirirdi. En son onunkiler fırından çıkardı. Kendisi için özel yapılan boyozları, elbette sadece kendisi satardı. Nejat Yentürk’ün notlarında bu boyoz hamurunun malzeme listesi de yer alıyor. Meraklısı için, ‘Hamurun malzemesi’ ni vereyim: 1 çay bardağı yoğurt, 2 çorba kaşığı rendelenmiş kaşar peyniri, 1 çay bardağı eritilmiş margarin, 1 çay bardağı ayçiçeği yağı, 1 tutam tuz, Aldığı kadar un… İçinin malzemesi; 2 orta boy kabak, 2 orta boy kemer patlıcan, 2 soğan, 2 domates, 100 gr rendelenmiş kaşar, 1 kahve fincanı ayçiçeği yağı, Tuz, karabiber,.. Üstü için: Yumurta sarısı… Yapılışı: İnce kıyılmış soğanlar yağda kavrulur, içine rendelenmiş domatesler eklenir. Patlıcan ve kabaklar kalın rendeden geçirilip ilave edilir. Tencerenin kapağı örtülüp hafif ateşte pişirilir. Piştikten sonra rendelenmiş kaşar, tuz, karabiber katılır. Hamurun malzemesi karıştırılıp kulak memesi kıvamına gelinceye kadar yoğrulur. Hamurdan parçalar alınarak ince açılır. İçine pişmiş sebze malzemesi yerleştirilip üstü tekrar hamurla örtülüp ay şekli verilir. Üzerine yumurta sarısı sürülüp 200 derece fırında üstü kızarıncaya kadar pişirilir…” Türk Yahudi Toplumu bu anlatılarımı uyguluyor mu, tam bilemiyorum. *- İZMİR’E MERHABA Cevat Şakir Kabaağaçlı son zamanlarda medya ve sosyal medyada en fazla adı geçen bir isim. Daha önce anlatmış ve yazmıştım, İzmir’de, Demokrat İzmir Gazetesi’nde spor muhabiri iken o da yazarlardan biriydi. Gelip gider, ünlü selamı ‘Merhaba’yı eksik etmezdi. ‘Merhaba Çocuk!’ aklımda kalan bir selam verişi… Şimdi kendi ağzından, mahkeme sonrası, Ankara-Bodrum arası yolculuğunu paylaşalım: ‘Tren Karşıyaka'dan geçerken, asıl İzmir'in ışıkları pırıl pırıl yanıyordu. Gökte de tek tük yıldızlar vardı. Katar şurada durdu, ıslık çaldı, beş on adım ilerledi, yine durup bir şeyler bekledi. Nihayet Basmahane garına vardı. (O yıllarda Türkçe’de ‘Hane’ eki kullanılıyordu bazı kelimelerde, sonra kaldırıldı ve tabela da ‘Basmahane’, indirilerek yerine ‘Basmane’ oldu (Y.E.).” Şilteyi, çantayı sırtladım. *- MAHPUSHANEYE ÇEK, ARABACI! Dışarıda bir karoça tuttuk, arabacıya: ‘Hapishane!’ dendi. Araba takır tukur yürüdü. Nöbetçili bir kapının önünde arabadan indik. Hapishanenin jandarma dairesine girdik. Donuk bir ışıkla aydınlanan bir odada, şişman bir jandarma çavuşu bir masanın yanında duruyordu. Bana baktı. Sokakta yeni düşmüş bir hayvan gübresine bakar gibi baktı. Hiç hoş değildi bu bakışı. Eline konan inatçı bir sineği kovar gibi, bir el hareketi yaparak, yanında duran bir jandarma erine, ‘Götürün şunu!’ dedi. Er bana, ‘Gel!’ dedi. Yürüdüm. *- İKİ SAAT BEKLETTİLER Ama yürümeden önce Ankara'dan beri benimle gelen babacan jandarmalara candan veda ettim. Bana ‘Gel!!’ diyen er, beni kapı aralığı gibi bir yere götürdü, ‘Bekle!’ dedi, gitti. Acaba Zekeriya'ya da böyle mi yapıyorlardı? O aralığa, çimento tabana şiltemi attım. Orada önce ayakta bekledim. Sonra yorulunca şilteye oturup sırtımı duvara dayadım. Öylece iki saat kadar beklettiler.. *- ‘PEK ÜZGÜNDÜM!’ Bu sefer başka bir jandarma peyda oldu, o da, ‘Gel!’ dedi. Kalkıp peşine düştüm. Bana döndü, sert sert, ‘Pılı pırtını ben mi taşıyayım? Onları kaldır, getir!’ dedi. Şiltemi, çanta ve paltomu aldım. Beni bir odaya soktular. Bu odada kimse yoktu. Odanın ağaçlı bir avluya bakan penceresi vardı. Orası ‘hapishanenin mi, yoksa jandarma dairesinin miydi?’, bilemedim. Tabanda koca demir halkalar olduğuna göre, burası herhalde insanların hapsedilmesine mahsus bir yerdi. Şilteyi yere serdim, üzerine oturdum. Pek üzgündüm. Ne zaman vapura bineceğimi, ne olacağımı, ne yapacaklarını bilmiyordum. *- HER GÜN SORDULAR Ankara'dan İzmir'e gideceğimi eve yazmıştım. İzmir'de bazı uzak akrabam vardı. Onların beni İzmir hapishanesinde aramalarını yazmıştım. O akrabalar eliyle bana para gönderilmesini tembih etmiştim. Ertesi günü akrabalarım geldi, onları oturduğum odaya bırakmıyorlardı. Pencerenin dışında duruyorlardı. Ben de pencerenin iç tarafından konuşuyordum. Onlar benim daha önce geleceğimi sanarak beş on günden beri her gün hapishaneye uğramışlar. Ben geldikten sonra jandarma dairesinden ne zaman Bodrum'a gideceğimi sordular. *- ÖNEMLİ MAHKÛM Jandarma komutanından aldıkları bilgiye göre ‘İstiklal Mahkemesi mahkûmu’ olduğum için çok önemli bir mahpusmuşum, bu nedenle denizden Bodrum'a gönderemezlermiş, çünkü vapurdan denize atlayıp yüze yüze kaçmam tehlikesi varmış, Bodrum'a karadan, yaya gönderilecekmişim. Yani bir karakol, jandarma eşliğinde, bir sonraki karakola gönderecekmiş. Böylece karakoldan karakola yürüyerek Bodrum'a erişecekmişim. Bu taktirde Bodrum'a ancak bir iki yılda varabilirdim. Akrabalara, jandarma dairesine başvurup otobüsle gitmemi sağlamalarını söyledim. Girişimlerinin sonucu ancak şu oldu: Tren olan yerde trenle, demiryolu olmayan yerde ise otobüsle gönderilecektim. *- KEYFİ İÇİN BODRUM’A GİTMİYORDU Cevat Şakir Kabaağaçlı Bodrum’a sürgüne gittiği anı anlatmaya devam ediyor: “Ben hem kendi, hem benimle gelecek iki jandarmanın gidiş masraflarını ödedikten başka, onların dönüş paralarını ödeyecektim. Çünkü tren ya da otobüsle gidildiği taktirde, jandarmalara beni yaya olarak götürecekleri karakollardan çok daha ötelere gitmiş olacaklarmış. Tabii bu jandarmalar yayan dönemezlermiş. Dönemeyeceklerini ben de biliyordum, fakat ben de keyfim için gitmiyordum ya. Bu düzene göre ben, bir yere yalnız olarak gidecek olsam harcayacağım paranın dört mislini ödüyordum. Bana korkunç bir yıkımdı bu. Ne var ki, yayan gidilemeyeceğine göre, bunu kabul etmek zorunda kaldım. *- ÖDEME PEŞİN İzmir'e vardığımın dördüncü günü trenle Aydın'a gönderileceğimi, o nedenle benim iki jandarmayla gidişimin ve jandarmaların İzmir'e dönüşlerinin tutarı olan şu kadar paranın, tarafımdan hemen ödenmesi isteniyordu. Parayı ödedim.. İzmir'de yirmi gün kadar kaldım. Bir sabah erkenden beni uyandırdılar. Beni o odadan çıkartıp İzmir'e geldiğim zaman şişman jandarma çavuşunun bulunduğu odaya götürdüler. Aydın'a gideceğimi söylediler. Şilte ve çantayı koltuğumun altına aldım. Dış kapıda iki jandarma, gara kadar bizi götürecek olan karoçanın parasını peşin istediler. Parayı çıkarıp verdim. *- AYASULUK’TA SULAR İÇİNDE Bu jandarmalar Ankara'dan İzmir'e gelen jandarmalardan bambaşkaydı. Ankara'dan gelen jandarmalarla benim aramda adeta bir felaket arkadaşlığı peyda olmuştu. Örneğin bir arabaya bineceksek, parayı vereceğimi bildikleri için benden parayı peşin istemezlerdi. Oysa bu şimdiki jandarmalar, arabadan inince parayı vermekten kaçınacağımı sanıyorlardı galiba… Karoçaya binip Alsancak istasyonuna gittik, trene bindik. O sıralarda oradan kalkan trenler neredeyse bando mızıkayla kalkıyorlardı. İlkin bir adam bir düdük öttürür, bir başkası boru üfler, birisi bir şeyler seslenir, bir kampana çalar, lokomotif de bir düdük öttürür, tren kalkardı. Biz de öyle kalktık. Beni pencerenin oturtmadılar, bir jandarma sağıma, biri de soluma oturarak beni ortalarına aldılar. Tren giderken hatırladığım yerler bataklık, sazlık Cellat gölü. Orada katarın tekerlekleri suda dönüyordu. Sonra şimdi ‘Selçuk’ olan o zaman ‘Ayasuluk’ diye anılan Efes'ten geçtik. Tepedeki Selçuk kalesi dikkatimi çekti. Sonra dağlar arasından ve kimi yerde yeşil deryalar gibi incirliklerin arasından geçtik... “ Bu anlatım da Bilgi Yayınevi’nin 1990 yılında yayımladığı ‘Mavi Sürgün’ isimli kitabından alındı. İsteyen kitabı temin edebilir. Bu arada şunu söyleyeyim: Tren kış aylarında nasıl suların içinde geçiyorsa, kara yolunda da, Torbali’dan sonra, Tire- Ödemiş yol ayırımından itibaren Konya ovasında olduğu gibi dümdüz asfalt sular altında kalıyor ve araçlar yol kenarlarındaki işaretleri takip ederek, gölde yüzerek gidiyor gibi hareket ediyorlardı. Bu duruma çok şahit oldum. (Y.E) Tren tepeleri ise çift lokomotifle aşarak Ortaklar’a ulaşabiliyordu. Yani Aydın- Söke- Bodrum yol ayırımının olduğu yerleşim alanına…
*-

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

BÖYLE BİR ANLAŞMA GÖRÜLMEDİ... DENİZİ YOK ANLAŞMAYA LİMANLAR KONULDU...

ANAHTARI SİZDE OLMALI

SAHTEKARLIĞI NORMAL KARŞILIYOR!