KAMUDA ÇALIŞAN, YÜZDE 30 FAZLA ALIYOR

YAŞAR EYİCE *- HERKES TORPİL PEŞİNDE Aynı işte çalışan ayrılır mı? Nedir bu? Kamuda çalışan çok daha fazlasını alıyor, özel sektörde olanlar ise neredeyse aç kalıyor! Bu yüzden bakın, herkes kamu kuruluşlarına girmeye çalışıyor. Belediye başkanlarından ama randevu ile ama bir yerde karşılaştıklarında hemen herkes, başta evlatları olmak üzere, bir yakınını işe sokmaya çalışıyor. ‘Ne olursa olsun!’ deniliyor. Nasılsa adım attıktan sonra, yine adamlarını araya sokarak, bir şekilde rahat dedikleri masa işi kaparlar. Zaten girin bakın belediyelere, neredeyse sokak kapısının arkasına bile masa ile sandalye atıp birkaç yandaşını oturtacaklar. Şaka değil gerçek. Ama benim lafını ettiğim asıl konu, yani kamuya, daha yüksek maaşa ulaşmak isteyenler, özel güvenlikçiler. *- KAYBEDEN ve KAZANAN Özel güvenlik Hizmetleri Derneği (ÖGHİD) Genel Kurulu yapıldı, yeni yönetim seçildi. Genel Kurulda yapılan konuşmalarda, bu önemli sorun gündeme getirildi. Çalışan güvenlikçi personelin mutlaka bir yolunu bulup, özel sektörden kamuya geçtiğini, yani görev yeri değiştirdiğini bu nedenle birçok sektör yönetiminin eleman sıkıntısına düştüğü ele alındı. Ortak karar şöyle: ‘Bir kanun ile özel güvenlik görevlisinin en dip maaşı asgari ücretin yüzde 20 üzerinde olmalı gibi bir düzenleme yapılmalı. Kamu kendisi asgari ücretin üzerinde maaş verirken özel sektöre asgari ücret dayatıyor, bu değişmeli!’ Bilgi olarak şunları da söyleyebilirim: Ülkemizde 400 bin özel güvenlik elemanı var. Bunların 200 bini özel sektörde ve asgari ücretle çalışıyor. Diğer 200 bini kamuda, yüzde 30’a varan ekstra para alıyor. Ayrıca ‘yan’ olarak adlandırılan ek ücret de alıyorlar. Bu haksızlık değil mi? *- SIRA GELİR Mİ? Acaba bu isteği duyan olur mu? Aslında okuyucularımız arasında üst yöneticilerin olduğunu biliyorum. Ama konuya ilgileneceklerini pek düşünmüyorum. Karşılıklı görüşmelerimizde ise, ‘Bu kadar büyük sıkıntılar varken, buna sırı gelir mi?’ diye bize soruyorlar. Aslında, Gittikçe zorlaşan yaşam...’ herkes tarafından biliniyor. Her şeyi daha pahalı hale getiren ‘yeniden değerleme oranı’ yüzde 44 olarak belirlenmişken, işveren desteği 700 liradan 1000 liraya yükseltilmişken (yüzde 42,8!) 17 bin liralık asgari ücret 22 bin 100 lira yapılınca (yüzde 30!) hangi dil ve ifade yardımcı olabilir ki durumu açıklamaya! ‘Bir ülkenin emekçileri sermaye çevrelerine bu kadar da ezdirilir mi?’ diyenlere hak verilmez mi? Yalnız o emekçiler değil, birlikte biz, hepimiz de ağır ekonomik yükün altında ezilmiyor muyuz? 7 milyon civarında asgari ücretli, 15 milyondan fazla emekli, aileleriyle birlikte 70 milyona yakın devasa bir nüfus... Açlık sınırının altında yaşam savaşı veriyor. Bunca zorluk da cabası. Allah hepimizin yardımcısı olsun *- PATLAMADAN ÖNCE Şimdi çok önemli bir konudan söz edeceğim? ‘Memleketimizden manzaralar!’ niteliğinde bir vaka olan Balıkesir’deki patlama, çok sayıda insanımızı hayattan kopararak içimizi bir kez daha yakıp geçen bir haber olarak hepimizi kahretti. Öğrendiğime göre, Araştırmacı- Gazeteci – TV programcısı Doğan Karabulut’un bir mühendis arkadaşı, aylar önce Balıkesir Valisi İsmail Ustaoğlu’nun bu mühimmat fabrikasını ziyaretinden görüntüler yollamış, kendisine. Fotoğraflardan birinde, arka taraftaki bir masanın açık dolap kapaklarının ardında birkaç teneke görünüyor! Mühendis, bunları bir yuvarlak içine alıp işaretlemiş, ‘yanıcı madde ile patlayıcı madde bir arada! Bunların kilitli özel dolaplarda muhafaza edilip, özel taşıma sistemleri ile üretime verilmesi gerekir’ demiş... Ne diyebiliriz ki, biz şimdi? Bizde şöyle bir şey var; her şey olup bittikten sonra kontrol etme! Şu anda fabrikada bu kontroller yapılıyor; yani ‘bunca insanımızı öldüren bu patlama neden oldu? diye! Doğan Bey’in dediği gibi, oysa bu kontroller patlamadan sonra değil, patlamadan önce yapılmalıydı ki, ‘insanlar ölmesin’ diye... Neden acaba bizim böyle şeylere aklımız ermiyor? Nasıl İzmir’de, sokaktaki elektrik tellerinin yağmurda çarpıp öldürdüğü iki gencimizden sonra genel müdürler başta olmak üzere işçiler de, ustalar da belirlenip tutuklandılarsa, aynı sistem uygulanmalı. Tabi burada fabrika sahipleri de işin içine alınmalı… Ne diyoruz? O kadar güzel bir ülke ki burası, burada doğmak bir ‘armağan’ gibi... Ama o kadar zor bir ülke oldu ki burası, yaşamaya çalışmak bir ‘ceza’ gibi... *- ‘DOST’ İSE SARILMALI.. ‘Hoşgörü doğanın ilk yasasıdır.! Eğer, öfkeni aklınla yenemiyorsan, kendini insandan sayma!’ derler, Biz de zaman zaman ‘hoşgörü’den söz ediyor, ‘hoşgörülü olun’ diyoruz. Peki kaçımız hoşgörülüyüz. Öyle hallere düşüyoruz ki, karşıdan görenler, ‘İnsanlıktan çıkmış!’ diyebiliyor. Şartlar ve zaman… İşte bunlar her zaman bizim aleyhimize işliyor, geçiyor. Şu dörtlüğü ezberlemek ve ezberletmek lazım, herhalde; ‘Saklamak değil, paylaşmak olsun özün. Eleştirmek değil, çözümü göstermek olsun sözün. Yıkmak değil, yapmakta olsun gözün. Saldırmak değil, sarılmaktır çözüm…’ Prof. Dr. Alev Cinsar, ailecek iyi dostumuzdu. Sanıyorum 15 yıl önce, oğlu Emir, bir tshort almıştı, gençliğinde, üzerinde İngilizce, ‘Dostsan sarıl’ falan yazıyordu. Dünya gençliği o zamanlar bir tarihi ‘Dost günü’ olarak seçmişler de neredeyse tüm başkentlerde ve büyük şehirlerde ‘Dostsan sarıl’ yazılı kıyafetle yola çıkmışlardı. Ben de izlemiştim… Konuyu bilenler, Emir’e sarıldılar, ‘Biz dostuz!’ diyerek yollarına devam ettiler. Prof. Dr. Alev Cinsar’a, ‘Kalabalıkta oğluna sarılanların sayısı az değildi!’ dedim. Düşünün yolda hiç tanımadığınız birine rastlıyorsunuz ve ‘Benimle dostsan sarılabilirsin!’ yazısını görünce sarılıyorsun. Hani bazı bebeklerin önlüklerinde ‘Beni öpme!’ yazar ya, hastalıklardan korunması için, onun gibi bir şey işte bu ‘dostluk’ yazısı da… *- BİLGİN DEDE Şimdi de sözü, ‘kitap kurdu’ Celalettin işçen’e vermek istiyorum. ‘Ben 77 yaşındayım. İlkokul 3. sınıfta okuma kitabımda ‘Bilgin Dede’ diye bir yazı vardı. Bu dedenin akşam saati kapısı çalınır, fakir bir çocuk evlerindeki ocağı yakmak için ateş ister. Dede bakar, elinde bir kap yok, ateş almak için! Bu durumu çocuğa söylediğinde, çocuk, ‘Siz ateşi gösterin, ben alırım!’ der. Bilgin Dede şaşkın, çocuğu buyur eder içeriye. Ocağı gösterir. Çocuk, ocağın yanından avucuna kül alır. Bilgin dedeye dönerek, ‘külün üzerine korları koyabilirsiniz!’ der. Bunu gören Bilgin Dede, ‘Çok okuyan değil, çok gezen bilir!’ deyip, ertesi sabah yollara düşer. Benim şu anda evimde, 220 den fazla kitabım var. ( Polisiye ve aşk romanları hariç..!!!)’ Burada ben de bir parantez açayım: Yıllardır, Türk mutfağında tartışılıyor: ‘Menemen soğanlı mı olmalı, soğansız mı olmalı?’ Aynı şekilde yıllardır tartışılıyor: ‘Çok okuyan mı, çok gezen mi bilir?’ Bilgin Dede, ‘Çok gezen’den yana oyunu kullanmış görülüyor. Ama bir çocuk, çok gezmediğine göre, çok okumuş olmuyor mu? Yani ‘Külün üzerine kor ateşin konulacağını’ nasıl bilebilir? Neyse biz hikaye olarak kabul edelim ve bir tarafı kendimize yakın hissederek, ondan yana olalım. *- FABRİKA NEREDE? Sevgili okuyucularım: YÖK’e göre ülkemizde tam 57 Eczacılık fakültemiz var. Bu fakültelerimizdeki öğretim üye ve görevlilerini bir yana bırakıyorum. Söylemek istediğim şu: Bizim hiç ‘orijinal ilacımız’ olmadığı. Bir de sıradan bir yurt dışı ülkesine bakalım. Örneğin İrlanda’ya… Sadece 3 eczacılık fakültesi olan İrlanda'nın yıllık ilaç ihracatı 65 milyar dolar. Şaşırdınız değil mi? Neden acaba? Manisa- Sarıgöllü Öğretmen Vehbi Sarıhan ‘Gavur zaten yapıyor!’ diye ‘Bir şey yapmamış olabilir miyiz biz?’ diyor… Fethiye’ye yerleşen ‘Rambo’ lakaplı Ramazan Akın’da şöyle diyor: ‘Hani hıfzıssıhhayı falan da kapatmıştık ya...’ *- BORNOVALI UZUN APO Kemeraltı esnafı kadar İzmirliler de çok iyi tanırlardı ‘Uzun Apo’yu… Bornovalı Uzun Apo, önceleri ‘Milli Piyango’ satarak geçimini sağlar, Altınordu Basketbol takımındaki oğlunun ‘Milli olacağı’ günleri beklerdi. Altınordu o zamanlar, Türkiye’nin en iyi basketbolcularını barındıran, İTÜ ile şampiyonluk için çekişen bir basketbol takımına sahipti. Neyse o günleri birkaç ayrı yazıda anlatmaya çalışırım. İşte bu ‘Milli Piyangocu Uzun Apo’yu gören Manisalılar, ‘Sen Mesir sat, şifalı mesir macununu tanıt!’ derler. Hatta bir gün Bornova- Çankaya yolculuğumuzda ‘Ne dersin?’ diye sormuştu. Emekli Öğretmen Cevdet Aytaç Hocayı, Manisa Mesir Derneği’nden tanıdığım ve tanıtım için İstanbul- Ankara arasında sayısın seferler yaptığını bildiğim için, ‘Sağlam insanlar, sözlerinin arkasındalar’ demiştim. Bornovalı Uzun Apo’ya (Boyu iki metre, belki de bir iki santim daha büyüktü) saraylıların giydiği özel bir kaftan yaptırıldı, başına da ‘sarık’ şeklinde hazırlanmış bir şapka… İlginç Osmanlı Kıyafeti ile ne kadar kalabalık olursa olsun, çok uzaklardan görülen ‘Mesir Macuncu Uzun Apo’ turistlerin de gözdesi idi. Neredeyse belinden biraz daha uzun olan turistler kendisiyle İzmir hatırası çektiriyorlardı. Ama şimdi size Bilecikli Uzun Ömer’den söz edeceğim… Milli Piyangocu Uzun Ömer, bizim İzmirli ‘Mesir Macunu’ satan Uzun Apo’dan çok önce bu dünyada var idi ve ondan önce rahmetli olmuştu… *- BİLECİKLİ UZUN ÖMER Bu yazının kahramanı Bilecik’in Abbaslık köyünde doğan, İstanbul’da milli piyango bileti satarak geçimini sağlayan 2 metre 25 santimetre uzunluğunda, Sait Faik’in hikayelerine konu olan Uzun Ömerin hikayesi; Jigantizm (dev hastalığı) nedeniyle, yaşadığı dönemde dünyanın en uzun adamı olarak ünlenen Uzun Ömer (Ömer Özkan) Bilecik'in Abbaslık köyünde doğmuştur. Doğduğunda annesi ile babasıyla birlikte 1922'de Yunan İşgalindeki köylerinden kaçarak dağlarda yaşadıkları ve işgal sonrası köylerine döndükleri bilinmektedir. Yokluk içinden gelen ‘Uzun Ömer’ ailesiyle yerleştiği İstanbul'da Karaköy Postanesi yanında küçük bir dükkanda ‘milli piyango’ bileti satmaya başlar. Buranın istimlak edilmesiyle, daha sonraları Galata Köprüsü'nün vapur iskelesi olduğu bir dönemde köprü altında ‘şans gişesinde’ o dönemde satılan ‘Tayyare piyangosu'nu satar. *- HUSUSİ YAPILMIŞ Uzun Ömer, Sait Faik Abasıyanık'ın 13 Temmuz 1947 yılında yayımlanan, Uzun Ömer isimli hikayesine de konu olmuştur. Sait Faik Uzun Ömer'den şöyle bahsetmektedir: ‘Akşam olunca Ömer Efendi gişesini kapar, Köprü'nün merdivenlerini uzun, dalgın bir hülya aleminde çıkar. Kendinden altmışar, yetmişer, seksener santim aşağıda insanların üstüne saffet dolu, hüsran dolu gözleriyle bakarak bir tramvay vatmanının yanında iki büklüm Beşiktaş'taki evine döner. Babasının yemeklerini yerler. Sonra tahtadan yapılmış hususi karyolası kırıldığı için yerde hususi yapılmış şiltesine uzanır, gözlerini kapar, helal süt emmiş bir eş düşünür.'’ *- ELBİSE ve PABUÇLAR Sait Faik, bir elbiseyi kaça yaptırıyorsun diye sorduğunda Uzun Ömer, ‘Onu hiç sorma! Beş yüz liradan aşağı elbise dikmiyorlar bana’ karşılığını verir. Yazar, ‘pabuçlar!’ deyince de, Uzun Ömer'in yarasına dokunur: ‘Hele pabuçlar! Yüz elli liradan aşağıya hiçbir kunduracı ayakkabı yapmıyor. Köselelerin de hali malum. Ne kadar kalın olursa o kadar çürük oluyor. Ne kadar yürümesen üç ayda parçalanıyor.’ der. *- EKMEK YETMİYOR II. Dünya Savaşı'ndan sonra her ülke gibi Türkiye'de de yaşanan ekonomik sıkıntıların olduğu dönemde 9 Ocak 1942'de halkın temel ihtiyaçları vesikaya bağlanmıştır ve ekmek karne ile dağıtılmaktadır. Bu dönemde Cumhuriyet Gazetesinin 15 Nisan 1942 tarihindeki haberinde Uzun Ömer'den şu şekilde bahsedilmektedir: '2 metre 25 santim boyunda ve 160 kilo ağırlığında, Bilecikli Ömer isminde birisi, dün sabah vilayette Belediye Başkanı Dr. Lütfi Kırdar’a müracaat ederek 300 gram ekmekle idare edemediğini ve ağır vücudu göz önünde tutularak, kendisine daha fazla miktarda ekmek verilmesini rica etmiştir' Ömer Özkan, 4 Şubat 1960 tarihinde, insanlara hep yukarıdan baktığı gözlerini 38 yaşında hayata kapadı ve özel bir tabutla defnedildi. 58 numara olan ayakkabıları Galata Köprüsü'nde uzun yıllar sergilendi. İnsanlar bu kez köprü altına Uzun Ömer'i değil, annelerinden, babalarından, arkadaşlarından duydukları bu efsanevi adamın ayakkabılarını görmeye gittiler. Sunay Akın da ‘Uzun Ömer’i tanıtmayı kendine göre görev kabul edenlerden biri olarak hatırlanacak her halde… *-

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

BÖYLE BİR ANLAŞMA GÖRÜLMEDİ... DENİZİ YOK ANLAŞMAYA LİMANLAR KONULDU...

SAHTEKARLIĞI NORMAL KARŞILIYOR!

NEREDEYSE İÇ ÇAMAŞIRLARINI BİLE ALACAKLAR