ÇARESİZLİĞİN GİZLİLİĞİİ NEFRET İLE ORTAYA ÇIKAR
YAŞAR EYİCE
*- NEFRET HER TARAFIMIZI SARMIŞ
Henry Miller (1946) düşman üzerine şunları yazmıştı:
‘Evet, kimdir düşman?
Korkunç bir canavardır mutlaka, yoksa onun yüzünden savaş alanlarına çıkmazdık!’
Düşmanlara, kendilik nefretimizin hedef taşı olarak ihtiyaç duyarız.
Anne-babalarımızın bizde aşağıladıkları veya reddettikleri şeyler için cezalandırmak üzere düşmanlar ararız.
Düşmanlar bizi kendi yaralanmışlığımızı görmekten uzak tutarlar.
İnsan başkalarını cezalandırabildiği, aşağılayabildiği, hatta yok edebildiği sürece kendi kendisiyle yüzleşmek zorunda kalmaz.
Zaten yüzleştiği an kendi kurban durumunda oluşuyla göz göze gelecektir.
İnsan kendi çaresizliğini algılamak istemiyorsa veya buna izin verilmiyorsa, bu yüzden çaresiz durumda olan bir başkasını cezalandırıyor.
Düşmanlar bizim çaresizliğimizin yerini alırlar.
Kendimizi güçlü, katı, hatta şiddet eğilimli göstererek kendi yüzümüzü, kendi zayıflığımızı ve çaresizliğimizi diğerlerinden olduğu gibi kendimizden de saklarız.
*- GÜZELLİKLER UNUTULMUŞ
Bunları neden yazdım?
Türk sporunun, daha doğrusu futbolunun düştüğü düşürüldüğü noktadan.
Son zamanlarda bu ‘Fanatiklik’ aldı yürüdü…
İyilikler, güzellikler paylaşımlar unutulmuş, hep kavga ve adeta savaş içeriliyor.
Bunları pöf pöfleten, kabartan paylaşımlar…
Ya da düşmanlığı körükleyenler…
Doğru söyleyen de dokuz köyden kovuluyor, ya da duymazdan geliniyor.
Ne paylaşılamıyor, anlayamıyorum…
Bakın bir zamanların ünlü meslektaşım Suzan Ernoyan’ın söyleşini paylaşayım:
*- FUTBOLCUNUN AĞZINDAN
‘Kulüpleri bitirdiler, futbolcuları zengin ettiler!’
Bu cümleler, Galatasaray'da 11 yıl kalecilik yapan eski Milli kaleci Hayrettin Demirbas'a ait...
Kaleci Hayrettin, ‘Yabancı oyuncuları doldurdular, menajerleri zengin ettiler. Kulüplerin borcu10 ise 100 oldu’ diyor ve ekliyor.
‘Hepimiz yıllarca yeri geldi, 5-6 ay para almadık.
Yeri geldi şampiyonluk parası almadık.
3 büyükler de forma saygınlığı, kalitesi çok büyüktü.
Herkesin camiasına bağlılığı vardı
Şimdi kulüpleri bitirdiler, futbolcuların hepsi para peşinde, meşin yuvarlağın değil!..’ diyor.
Katılmamak mümkün mü?
Bu arada lafa gireyim:
‘TSYD’nin ilk ve çok öncesinden üyesi olan bir spor yazarı olarak, inanın o methiyelerle göklere çıkarılan yabancı futbolcular var ya, birlikte çalıştığım teknik direktörlerden Milli Takımımızı da çalıştıran ne Adnan Suvari, ne Sabri Kiraz, Metin Türel olsun, ne da kaptanlardan Baba Recep, Lefter, Metin Oktay, Kadri Aytaç, Gürsel Aksel, Nihat Yayöz yanlarına bile sokmazlardı.
Bu methiyeler de birilerinin gözüne girmek, tastaki çorbayı arttırmak, göz boyayarak pastadan büyük pay almak için…
İnanın bu böyle…
Siz de izliyorsunuz…
‘İzliyorsunuz?’ deyince aklıma geldi:
*- ‘MÜTHİŞ’ OLARAK ADLANDIRDIM
Beşiktaş’ın Türkiye Kupası finalinde Trabzonspor’u 3-2 yenerek büyük başarı elde ettiğine tanık olduk.
Belki de son zamanlarda Dortmund’un maçından sonra ilk kez bu kadar keyif aldığın son 15-20 dakikadaki müthiş mücadele oldu.
Beşiktaş bir yıl içinde acaba kaç kez böyle futbol çıkarabildi?
Asıl söylemek istediğim şu:
Herhalde Futbol Federasyonu bizim rahmetli ‘Dünyanın dostu Sancar Maruflu’dan öğrenmiş olmalı ki, bir sandık dolusu madalya yaptırmışlar.
Önüne gelene taktılar…
Bunlar yöneticiler ve Başkan dahil…
Bilen mi yok, akıllarına göre mi hareket ediyorlar?
Kulüp Başkanı kenarda durur, teknik heyet ile futbolcuları tebrik eder, o kadar…
Yani ona ve bazı zevatlara ‘Başarı’ nedeniyle ne şilt, ne madalya, ne plaket verilmez…
Takıma ve kulübedir bu…
Daha geçenlerde binlerce İzmirlinin tanık olduğu Göztepe’nin ‘Şampiyonluk’ denilen maçından sonra Süper Lige çıkışının kutlamasındaki ‘madalya törenini’ anımsasınlar…
Futbol Federasyonu Göztepe’nin yönetici ve başkanlarına madalya taktı mı?
Hayır!
Onlar da kenarda durdular ve sadece tebrikle yetindiler..
Bilmem aradaki farkları ve İzmir’e bakış açısını anlatabildim mi?
Buna ‘Düşmanlık’ desem yanlış anlaşılır mı?
Bazı görüntü ve fotoğraflar için çok söyleyeceklerim var ama…
Olmaz!...
Nasıl kalkınma yerelden başlarsa, başarı ve mutluluk, güzellik de kendin şehrinden başlar…
Şimdi yine Sevgili meslektaşım, güzel insan Suzan Ernoyan’a dönüp, bir anısını dinleyelim:
*- SUZAN ANLATIYOR!
‘Radyo programcılığı günlerimde, bir futbolcu programa katılacaktı. Program başladı, anons ediyoruz, ortada kimse yok!
Kendisi arandı, yoldaymış, geliyormuş.
Gecikme sebebi ise, ilginç!
Üzerine giyecek bir şeyi olmadığı için, ayakkabı, gömlek, pantolon almaya gitmişler...
Aile gariban ve varoşlar da yaşayan biri...
Açık ve net konuşmayı, yalanı dolanı bilmiyorlar…
Sonraları bu futbolcu, İstanbul takımlarına transfer oldu.
Hayatında görmediği paralara sahip oldu ve raydan çıktı.
Oyunundan ziyade, magazin hayatında görmeye başladık...
‘Araba kullanmak en büyük zevkim’ derken.
Daha çok paralar kazanınca, araba tatmin etmedi, teknelere plonjon yaptı…
Haritada yerini bilmediği Çesme, boy gösterdiği belde oldu...
Futbola ne verdiği belli değil, ama zengin olduğu gerçek, bu gibi örnekleri çoğaltmak mümkün...
Futbolcuları zengin ettiniz, simdi kulüpler oturup duşunun artık…
Bence yöneticiler bir yolunu bulurlar, para da kazanırlar, işlerini de yürütürler…
Asıl kendini paralayan, kumarbazlar gibi, evlerini, çoluk çocuklarını, eşlerini ihmal edip, ceplerindekini kaybeden amigo taraftarlar düşünsünler…
*- OLMAZ EFENDİ OLMAZ
Heinrich Böll (1984), insanın bu kendi yüzüne bakamaması durumunu şöyle ifade ediyor:
‘Ama önümüzdeki on yılı suya sabuna dokunmadan atlatmayı başarırsam yüzümden kurtulmaya çalışmam gerekir.’
Yeter ki insanın gerçek duygulan ve deneyimleri yansıtan bir yüzü olmasın.
Eğer özenle kurulmuş korunma mekanizmaları yıkılırsa, görmezlikten gelme stratejileri artık işlememeye başlarsa, eğer tepedeki koruyucu ekonomik ve toplumsal çerçeve dağılma tehlikesiyle karşı karşıya olduğu için dayatılmış roller artık ödüllendirilmiyorsa, insan ancak o zaman tekrar kendisiyle yüzleşmek zorunda kalır.
Kendi kurban durumunda oluşumuzla yüzleşmek katlanılmaz olduğu için nefretimizi her zaman dışarıya ve başkalarına yöneltiriz.
Nefret ettiğimiz kendiliğimizi, onu sonsuza kadar ortadan kaldırabilmek için bir dış düşmana yansıtırız.
Bu arada da sahtekarlar nefret duygularımızı onaylar ve körüklerler.
*- DÜŞMAN BEYNİMİZDE…
Kendi uydurduğumuz düşman her yerdedir; bunu her gün yabana düşmanlığı yapanların taşkınlıklarında yaşıyoruz.
Başkalarına yöneltilen şiddet çok farklı ideolojik renkler taşıyabilir ve zayıflara yoksullara, hastalara, sakatlara karşı saldırganlıktan, ‘ırkın saflığı’ için savaştan ‘kutsal’ savaşa kadar uzanabilir.
Ancak bunların ardındaki nefretin kökleri her zaman kendilik nefretinde, inkâr edilmesi gereken kendi kurban oluş durumuna duyulan nefrette yatar.
Bir noktada hippi olalım..
‘Savaş yapma aşk yap! Sevgiyi yaşa!’ diyelim…
*-
Yorumlar
Yorum Gönder