MANİSA'DA ŞEMSİYELER TERS AÇILIYORDU

YAŞAR EYİCE *- ‘İYİ OLMUŞ KÂFİRLERE!’ ‘Keşke herkes Meryem Fidancı gibi araştırmacı olsa’ diye düşünüyorum, gönderilerini okudukça. Biri beni güldürdü. Bu zamanda en fazla ihtiyaç duyduğumuz, özellikle ruhen beslenme şeklimiz gülmece! Uzatmayayım; ‘Finlandiya’da oruç 30 saat tutuluyor!’ haberinin yorumuna biri şöyle yazmış: ‘İyi olmuş kâfirlere!’ İşte biz bu kafa ile zeka ila mücadele edenlerin yanındayız, bilmem anlatabildim mi? Selahattin Haseki göndermiş; ‘Adıyaman’da, deprem konutlarını alan bazı şahıslar, balkonda asılı Türk bayraklarını, iplerinden keserek aşağıya attılar.’ Bunlara tek cümle ile yanıt veriyor, bizim adımıza da Selahattin Haseki; ‘NANKÖR!’ Balkan Göçmeni Selahattin Haseki şu yorumu da paylaşmış: ‘Türk’üz, bu ad her unvandan üstündür. Araplaşmayacağız!’ Şunu da ben ekleyeyim: ‘Karakteri zengin olanın tercihi sadeliktir.’ Bu tipler bir numaralı karaktersizdirler…. Kimseye yar olmazlar… Çok tehlikelidirler… Sırtını döndüğünde vururlar… Bazılarına hatırlatmak istedim. *- TÜNEL YAPILDI Türkiye’de ilklerin kenti Bornova (İzmir) ile ilgili çok kitap yazıldı. Sonuncusu ise henüz yayınlanmayan Hasan Baran’a ait. Nedeni basit; Yazar Hasan Baran, Bornova ile hatırası olanlardan anılarını bekliyor. Örneğin Nazmi Kaya şu notlarını göndermiş.. Bu anıda Bornova ile Manisa arasında 15 dakikalık uzaklıkta sadece bir dağın (Sabuncubeli) olduğunu düşünürsek ortak çok anıların olduğunu da belirtebiliriz. Nasıl İstanbul’da en fazla Sivaslı nüfusu varsa İzmir’de de birincilik Manisalılarda… Şimdi anıya dönelim; *- MANİSA’DA NEVRUZ ‘...Yeni Gün yani dünyada tabiatın yeniden dirilişi demek olan ve baharın gelişi ve kurtuluş sembolü olarak binlerce yıllardır kutlanan Nevruz beni her zaman heyecanlandırmıştır. Fakat benim en çok sevdiğim Nevruz kutlamaları Manisa’da yapılırdı. Manisa’da Nevruz günü aynı zamanda Mesir Bayramı olarak kutlanırdı. O gün mesir macunları Sultan Camii’nin minare ve kubbelerinden atılır. 21 türlü baharat ve şekerle karıştırılıp yapılan bu macun, bir rivayete göre Kanuni Sultan Süleyman’ın annesi Hafsa Sultan’ı iyileştirmiş ve o da bu macunun yılda bir kez halka dağıtılmasını istemiştir. Manisa’da nevruz, mesir macunudur. Bir Nevruz günü Fikret ile elimize birer şemsiye alıp Manisa'ya gitmiştik. Sultan Camii'nin önünde toplanan kalabalığa karışmış şemsiyeleri açıp ters çevirmiş, caminin minaresinden kalabalığın üstüne saçılan renkli jelatinlere sarılı mesir macunlarından şemsiyelerimizin içine düşenleri bir torbaya doldurmuştuk. Sonra onları ‘bir sana bir bana’ kardeş payı yaparak bölüşmüştük. Fikret ile kardeş gibiydik. Her şeyimizi kardeşçe bölüşürdük *- KAN KARDEŞ OLDULAR O zamanlar, Ömer Seyfettin İlkokulu'nun yapıldığı zeytinliğin alt kısımlarındaki çayın kenarlarına Bornova'nın bütün çöplerini dökerlerdi. Bir Nevruz günü Fikret ile o çöplüğe hem ateş yakıp üstünden atlamak hem de bir şeyler bulmak için gitmiştik. Çalı çırpı toplayıp bir ateş yaktık ve ateş sönene kadar üstünden atladık. Sonra çöplüğün içine daldık, ben, kolunun biri olmayan bir bebek buldum. Bir de kutusuyla atılmış yarısı kullanılmış suluboya takımı. Fikret de tekerleri olmayan tenekeden yapılmış kırmızı bir oyuncak itfaiye arabası ile Konaktaki saat kulesinin benzeri şeklinde yapılmış üstünde Eyüp Tuncer İzmir hatırası tütün kolonyası yazılı bir kolonya şişesi bulmuş kapağını açmaya çalışırken kırık kısmı bileğini kesmiş kanı akmaya başlamıştı. ‘Gel kan kardeş olalım’ dedi. Bende kabul ettim, kolonya şişesinin kırık kısmıyla bileğimi hafifçe çizdim ince bir kan sızdı ve Fikret'in kanayan bileğine sürterek kanlarımızı birbirine karıştırdık böylece ‘kan kardeşi’ olduk. *- NEVRUZ GÜNLERİ Nevruz'un bende ayrı bir yeri vardır. İleri ki yıllarda Nevruz'un ülkemizin değişik yörelerinde çok daha değişik şekillerde kutlandığını da öğrenecektim. Gazi Antep ve çevresinde 21 Mart’ı 22 Mart’a bağlayan gece Sultan Navrız; belli olmayan bir saatte gökte, ayaklarındaki halhalları gıcırdatarak, önünde gergefini işleyerek batıdan doğuya göç eden güzel bir kızdı. Doğu Anadolu’da 17 Mart gününe bağlanan gece aile reisi, aile mensuplarının sayısı kadar küçük taş topluyordu. Bunları evin bacasının dış kısmında bir yere koyuyordu. Taşların kimi temsil ettiği daha önceden belirleniyordu. Bayram sabahı bu taşlar yoklandığında, hangisinin altında kırmızı böcek bulunursa, uğur ona addolunuyordu. Orta Anadolu’da 22 Mart sabahı oldukça erken kalkılıyor, mezarlar ziyaret ediliyor, niyet tutuluyordu. Giresun’da akarsulardan alınıp getirilen su evlere serpiliyordu. Ayağı uğurlu bir misafirin gelmesi bekleniyordu. Tekirdağ’da, Edirne’de, Keşan’da eski hasırlar yakılarak üzerinden atlanıyordu. Kırklareli’nde çeşitli yiyecekler hazırlanarak kırlara gidiliyordu. İzmir Urla’da, Tire’de şenliklerle kutlanıyordu. Sivas’ta Nevruz günü gök gürlerse, o yıl ürünün bol olacağına inanılıyordu. Nevruz geleneği, uygulamada bazı farklılıklar olmakla beraber, her yerde bayramdı, şenlikti. *- KARDEŞ GİBİYDİLER Biz de işte çocukken kan kardeşim Fikret ile gidip çayın kıyısında ateş yakarak üstünden atlayarak kutluyorduk. Fikret anneannemin gecekondusunun karşı komşusu Nazmi Kaya amcanın oğluydu. Nazmi Kaya amca Yaka Köyü'nden Bornova'ya göçüp geldiğinde eski pazarın orada belediyenin yeni yaptığı dört dükkândan birini kiralamış içini bakkal dışını da manav yapmıştı. Bitişikteki dükkânı da aynı şekilde içi bakkal dışı manav olarak Mustafa Kırmızılıoğlu kiralamış, oğlu Necati ile birlikte işletiyordu. O dükkânların olduğu yer hayli işlek müşterisi çok olan bir yerdi. Dükkânın birinde de Ayakkabıcı Mustafa vardı. Ayakkabı tamirciliği yapardı. Biraz ilerde de roman ayakkabı boyacıları vardı. Kasap Bilal her Cuma köşede oğlak keser, çengele asar, satardı. Bir de antika tulumba vardı. Su ihtiyaçlarını oradan karşılarlardı. *- BORNOVA’DAN 07.10 TRENİ Nazmi Kaya'nın işleri iyiydi. Kısa zamanda sevilen bir esnaf haline gelmişti. Yakaköy'den çuvallar içinde kozalak, eşeğin her iki yanında urganla bağlı uzun odunlar getirip ‘oduncu geldi, kozalakçı geldi!’ diye bağırıp satanlar, köylümüzdür diyerek işleri bitince mutlaka Nazmi Kaya'nın dükkânına uğruyorlar hem hatır sorup sohbet ediyorlar hem de alış veriş ediyorlardı. Nazmi Kaya artık işleri büyütmüş bir yardımcıya ihtiyaç duyar hale gelmişti. O yardımcı da 14 yaşında bir delikanlı oldu. İsmi İhsan Atatoprak idi. İhsan bir yıl orada çalışıp ayrılmış Kemeraltı'nda Hisar Camii'nin yanındaki İzmir'de tek bu işi yapan lastik mühürcü kaşeci Nuri İşıkdar'ın yanında meslek öğrenmeye gitmişti. Bornova'dan her sabah 7.10 da hareket eden işçi trenine biner Basmane'de iner iş yerine giderdi. Treni kaçırdı mı artık bir sonraki tren 8.30 da idi. *- HALKAPINAR’DA SANAT OKULU Bu arada ben lafa karışayım: Basmane – Bornova treni yine Türkiye’nin ilklerindendir. Bornova’nın yerli halkının da ovada kendilerini besleyecek kadar 3-5 dönüm bahçeleri vardı. Evin erkekleri İzmir’de bir lavantan ya da Rum’un yanında ya sanat öğrenir, ya da Fransızların yaptığı ve çalıştırdığı Kumpanya’da demiryollarında cer ya da yol servislerinde çalışıyorlardı. Demiryolları Türklerin ellerine geçtikten TCDD kurulduktan sonra Halkapınar’da kurulan demirci, tenekeci, marangoz, makine tamircisi gibi sanatkâr yetiştiren okulun müdürlüğünü de Bornova’nın eşrafından Feyziye- Halit Kocaoğlu’nun kardeşi Fuat Bey üstlenmişti. *- DÜDÜK SESİYLE BİRLİKTE Bu yüzden Havuzbaşı'ndan Yaka Mahallesi'nden, Çay mahallesinden, Bornova'nın her yerinden insanlar sel gibi akardı 7.10 işçi trenine yetişmek için. 7.10 treninin düdüğü öttüğü zaman insanların gördüğü, duyduğu, dokunduğu, kokladığı, tattığı ve düşündüğü tek şey o düdüğün sesi olurdu. Trenin tüm kompartımanları hınca hınç dolar, insanlar trenin basamaklarında sıkı sıkıya tutunarak yeni bir bakış açısı, yeni bir umutlaTekel Fabrikasına, Sümerbank Mensucat'a, incir ve üzüm işletmelerine yetişmeye çalışırlardı. Fikret o zamanlar doğmuştu işte . *- ÖRTÜNÜN ALTINDAN KALKMADI Önce kiralık bir evde oturmuşlar. Sonra tepede Ramazan topu atılan yerde iki gözlü bir gecekondu yapıp etrafında bir bahçelik yer çevirip orada yaşamaya başlamışlardı. Anneannemin iki gözlü gecekondusu da tam karşılarındaydı. Fikret'in annesi Emine Kaya Hanım teyze çok güleç yüzlü beni de evlatlarından ayırmayacak kadar özverili çilekeş bir Anadolu kadınıydı. Bir gün Fikret ağlayarak yanıma geldi. Babası genç yaşta kalp krizinden vefat etmişti. Ben de ağlamaya başladım. Fikret ile evlerine gittik İki büyük oda vardı. Odanın birinde yüreği acıdan kabarmış kadınlar başlarında beyaz tülbentler toplaşmış Kur'an okuyorlar, diğer oda da ise Nazmi amcanın üstüne beyaz bir örtü örtmüşler üstüne de kocaman bir bıçak koymuşlardı. Doğal olarak, kocaman bıçağa da takılıyordu gözümüz, bu koca bıçak Azrail ile karşı karşıya kalınca bir arayış, bir meydan okuma, bir yolculuk, bir amaç mıydı acaba? Fikret ile birlikte ağlaya ağlaya Nazmi Kaya amcanın cansız gövdesinin başında hayli durduk. Sanki onun başında durdukça onun örtünün altından kalkıp ‘Üzülmeyin çocuklar ben yaşıyorum!’ diyeceği gibi bir duygu vardı içimizde. Örtünün altında saklanmış, bir mola vermiş, bir kaçış yolu bulmak veya bir mucize yaratmak için neler yapabildiğini keşfetmeye çalışmıştı. Uzun bir zaman ‘Nazmi Kaya amca o örtünün altından kalkacak!’ diye bekledik. Fakat Nazmi Kaya amca o örtünün altından hiç kalkmadı...’ *-

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

ACİLDEN DE ÖNCELİKLİ

OKULUN DUVAR GAZETESİNDE ATATÜRK

NEREDEYSE İÇ ÇAMAŞIRLARINI BİLE ALACAKLAR