BİR MİLLETİN ÖCÜ
YAŞAR EYİCE
*- DİMDİK AYAKTAYIZ
Sayısız ‘Cumhuriyet Bayramı’ tebriki aldım.
Herkes birlik ve beraberlikten söz ediyor.
Beşiktaşlı dostum Ayfer Hanım şöyle diyor:
‘Ey Türk Gençliği!
Birinci vazifen,Türk istiklâlini, Türk Cumhuriyetini, İlelebet muhafaza ve müdafaa etmektir!’
Mesaj açık ve güzel…
Ayfer Hanım devam ediyor:
‘19 Mayısta uyandık, 23 Nisanda umutlandık, 30 Ağustoslarda coştuk,10 Kasımlarda hüzünlendik, 29 Ekimlerde dimdik ayaktaydık...
29 Ekim Cumhuriyet Bayramımız kutlu olsun…’
99 yılın özeti böyle işte…
*- DEYİNİZ, ‘MİLLETİN ÖCÜ!’
İstanbul’da yaşayan Bornovalı Behzat Canbazoğlu da yine Beşiktaş’tan şunları yazıp, hatırlatıyor:
‘Deyiniz ki, bu tarihten silinmek istenilen bir milletin öcüdür…
Cumhuriyetin ilanından 2 yıl sonra, Ekim 1925’te Fahrettin Altay Paşa Çankaya’da Atatürk’ün misafiridir.
Zihnini hep meşgul eden, Cumhuriyetin niçin ve neden 29 Ekim’de ilan edildiğini öğrenmek ister.
Anlattıklarına kulak verelim:
‘Atatürk hep mazlum bir millet derdi. Cumhuriyetin ilanından epey bir süre geçmişti.
Ben de hep ‘Neden 29 Ekim?’ diye kendi kendime sormuşumdur.
Bir gün Çankaya’da sofra dağıldıktan sonra, ‘Paşam benim dikkatimi çekmiştir. Hep düşündüm. 30 Ekim 1918 günü mütareke ilan edildi.
Adana’daki karargâhınızdan Başkent’e (İstanbul’a) verdiğiniz şifreyi hatırlıyorum.
Şimdi aradan zaman geçti, ‘Cumhuriyet’imizin ilanının 29 Ekim gecesine gelmesi acaba bir tesadüf müdür?’
Üç gün evvel, beş gün sonra da olabilirdi’ diye sordum.’
Bunun üzerine Atatürk şunları söylüyor:
‘Mütarekenin ilk günlerini hatırlarsın.
Saray ve hükümet teslimiyeti kabul etmişti.
Hükümet sarayın, saray da İtilaf Devletleri’nin elinin altına girmişti. Saray bu halinden memnundu.
Fakat, ben bunu kabul edemezdim.
Buna karşı koymakla bir çıkış yolunu temin ederek, bu mazlum milleti tarih sahnesinden silmek, ortadan kaldırmak isteyenlere karşı harekete geçmek için kendimi vazifeli saymıştım.
Dünyada tek başımıza idik, fakat benim inandığım ideale benimle beraber olanlar da bağlandılar ve netice hasıl oldu.
Mütareke 30 Ekim 1918’de imzalanmıştı. Vatan parçalanmış, istilaya uğramıştı.
‘Peki, 30 Ekim 1918’den bizim İzmir’e girdiğimiz tarih olan 9 Eylül 1922’ye kadar kaç yıl geçti?’
Dört yıl.
29 Ekim 1923’te Cumhuriyeti ilan ettik.
İşte beş yıla sığdırdığımız büyük inkılap, bizim yaşadığımız şartlara duçar olmuş, hangi milletin tarihinde vardır?
Bu mazlum millet kendisinin hakkı olan yere ulaşmıştır, çektiğimiz acıların, sıkıntıların en büyük mükafatı işte budur.
Bütün dünya bunu görmüştür.
Daha da görecekleri vardır.
Beni en çok mesut eden hadise, bu mazlum milletin hak ettiği bu yere gelmesidir.
Sen benim 30 Ekim 1918 sonrası günlerdeki çektiğim azabı bilirsin. Yanımdaydın.
Mondros 30 Ekim’dir.
Cumhuriyet 29 Ekim.
İşte bu da bir milletin, mazlum bir milletin ahıdır.
Sanırım ki o zamanki devletler bunu anlamışlardır.’
Atatürk bir an durdu, Fahrettin Paşa’ya baktı ve sonra elini masanın üzerine vurarak:
‘Deyiniz ki, bu tarihten silinmek istenilen bir milletin öcüdür…’
*- HÜKÜMET'ler DEVLET’midir ?
Hükümet ve devlet kavramlarını, işleyişlerini hep karıştırıp dururuz.
Kimimiz ‘Devlet benim!’ der…
Kimimiz de başka şeyler…
Hatta ‘hükümetleri’ devlet olarak görür…
Şunu açıkça belirteyim:
Hükümet ‘Devlet’ değildir.
Devletin işleyişini sağlar, yasaları uygular, insanların mutluluğu için çalışır.
Yani; bir noktada ‘Devletin idarecisi ‘konumundadır.
Kimilerinin söylediği gibi, belki de ‘müdürüdür’ tabiri yanlış olmaz.
Türkiye Cumhuriyeti tarihinde bugüne kadar 70’e yakın hükümet kurulmuştur.
Peki bu kadar devlet mi kurulmuş oldu?
Tabi ki hayır!
Hüküm yetkisi halk tarafından seçilen kişilere verilmiştir.
En güzel anlatım böyle olabilir herhâlde…
Çoğunluğumuzun lanetlediği gibi, geçmişimizde darbeler devlete değil hükümetlere yapılmıştır.
Eğer devlete yapılmış olsa idi, yeniden bir devlet kurulacaktı.
Malûmdur ki böyle bir şey olmadı.
Fetö melânetini istisna geçerim burada.
Yazarın da anlattığı gibi;
‘Eminim o ne idüğü belirsiz yaratığın (yaratık:yaratılmış demektir) kalkışması başarılı olsaydı (Allah c.c. korusun) yani Halk=Devlet buna izin verseydi Türkiye Cumhuriyeti tarih sayfalarında kaybolacaktı.
Belki ismi değişmeyecekti ama çok farklı bir Türkiye’ye uyanacaktık.
Peki, Devlet kimdir?
Yukarıdaki anlatıma göre ‘Devlet Halk’tır.
Aslında en doğru tabir de budur.
Devlet, aynı değer ve ülkülere sahip kişilerin bir araya getirdiği topluluktur.
Devlet, bir olabilmenin verdiği yıkılmaz güç’tür.
Bu gücü Halk’ından alır.
Halk da değerlerini koruyacağına inandığı kişi ve/veya gruplara hükümet etme yetkisi verir.
Devlet bazen ‘A’ kişidir, bazen ‘B’.Asl olan Devlet’tir, kişiler gelip geçicidir.
Aslında Devlet, al bayrağı altında birlikte yaşanabilen, aynı ortak değerler sahip, istikbâl yolunda korkmadan can verebilecek insanlardır.
Devlet SENsin güzel kardeşim, Devlet BENim, Devlet BİZiz.
Biz de Devlet tektir.
Devlet üstünde Devlet yoktur!
*- TÜRKİYE'NİN İLK KADIN FOTOĞRAFÇISI
Pazar, yani tatil hikayesi olarak bir fotoğrafçı kadını anlatayım:
1911 yılında Sivas’ta zengin bir ailenin kızı olarak doğan Türkiye’nin İlk Kadın Fotoğrafçısı Maryam Şahinyan’ın dedesi Agop Şahinyan Paşa, 1877’de kurulan ilk Osmanlı Parlamentosu Meclis-i Mebusan’da Sivas kentini temsil ediyordu.
Şahinyan henüz küçük yaştayken tanıklık ettiği 1915’in ardından Sivas’taki rahat yaşamını bırakıp ailesiyle birlikte İstanbul’a göç ederek Harbiye’de mütevazı bir apartman dairesine yerleşti.
1933 yılında Yugoslav iki kardeşin işlettiği fotoğraf stüdyosu Foto Galatasaray’a ortak olan babasından fotoğrafçılığın tüm inceliklerini öğrenen Şahinyan, 1937 yılında Sainte Pulchérie Fransız Lisesi’nde aldığı eğitimini maddi imkânsızlıklar yüzünden yarıda bırakarak babasından işi devraldı ve ailesinin yegâne gelir kaynağı haline geldi.
*- ÇÖPTEN KURTARILDI
Babasının Birinci Dünya Savaşı sonrasında Balkanlar’dan göç eden bir aileden edindiği körüklü ahşap fotoğraf makinası ve siyah – beyaz tabaka filmlerle 48 yıl boyunca kullandığı tekniklerde ya da materyallerde hiçbir değişikliğe gitmeden Cumhuriyet sonrası İstanbul insanı tüm gerçekliğiyle gözler önüne seren 200 bine yakın fotoğraf çekti.
Maryam Şahinyan’ın bu zamana kadar bozulmadan gelebilmiş fotoğraflarının keşfedilip araştırmacı, yazar ve sanatçı Tayfun Serttaş’a ulaştırılmasıysa ancak 25 yıllık bir bekleyişin ardından gerçekleşti.
1985 yılında Şahinyan’ın fotoğraf stüdyosunu devretmesinden sonra Foto Galatasaray’ın yakınındaki çöpte atılmayı beklerken Aras Yayıncılık’ın sahibi Yetvart Tomasyan tarafından kurtarılıp Aras Yayıncılık’ın deposuna taşınan arşiv, daha sonra Tayfun Serttaş’a teslim edilerek iki yılı bulan bir çalışmanın ardından ilk defa 2011 yılında SALT Galata’da sergiye açıldı.
*- BİR KIRMIZI ELMA
Fotoğraf arşivinin araştırmacısı Tayfun Serttaş’ın verdiği bir röportajda Maryam Şahinyan hakkında söylediklerinde ise farklı ipuçları saklı:
‘Maryam Şahinyan İstanbul tarihinin gördüğü en mütevazı kadınlarından birisi olmalı.
Yarım asır boyunca bir gün dahi aksatmadan Şişli’deki evinden yürüyerek gidip geliyor stüdyoya, her öğlen yalnızca bir kırmızı elma yiyor, siyah iş önlüğünü ve kolçaklarını hiç çıkartmadan…
Ben çok fotoğraf arşivi gördüm ama böyle çeyiz dizer gibi her birisi tek tek numaralandırılmış, aralarına pelür kâğıtları serilmiş, yarım asır boyunca dokusunda tek bir değişiklik olmayan arşiv görmedim.
Onun kadın kimliği stüdyonun kimliğini de belirleyen öncelikli etmen.
Bir diğer etmen kuşkusuz Ermeni olması.
Aynı zamanda inançlarına bağlı yapısından dolayı stüdyonun tutucu bir havası olduğunu da unutmamak lazım.
Tüm bunlar aslında onun tanıklığının perspektifini belirliyor.
*- İSTANBUL’UN SAKİNLERİ
Maryam bize bir pencere açıyor.
Aslında en çok Cumhuriyet sonrası orta sınıf gayrimüslim kadınların İstanbul’unu izliyoruz bu arşivde.
Büyük travmaların geride bıraktığı küçücük bir kesimin son dönemde Maryam Şahinyan’ın fotoğrafları Serttaş’ın editörlüğünde hazırlanan ‘Foto Galatasaray’ albümü ile Aras Yayıncılık tarafından 2012 yılında yayımlandı ve ikinci baskısını 2016 yılında yaptı.
Cumhuriyet sonrası İstanbul’un hafızalarımızdan silinmeye yüz tutmuş sakinlerini dil, din, ırk, cinsiyet, cinsel tercih ayrımı yapmadan siyah beyaz karelerle günümüze taşımış bu nadide arşiv, Maryam Şahinyan’ın herkesin kendi olabilmesine müsaade ettiği mütevazı fotoğraf stüdyosu sayesinde bir döneme ışık tutuyor.
1996 yılında gözlerini hayata yuman, 85 yıllık ömründe kendisine ait 4vesikalıktan başka fotoğrafı olmayan bu emektar fotoğrafçının 200 bin fotoğraflık devasa albümü bulunuyor.
**-
Yorumlar
Yorum Gönder