ALTI AY DAHA BEKLEYECEĞİZ
YAŞAR EYİCE
*- O SPİKER, BU GECE YOKTU!
TRT Haber spikerlerinden Deniz Demir, ana haber bülteninde okuduğu 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı mesajı nedeniyle bazı çevrelerin hedefi oldu.
Demir, ana haberin sonunda okuduğu mesajında;
‘Bugün Cumhuriyetimizin 99'uncu kuruluş yıldönümüydü.
Bizi ümmet olmaktan çıkarıp birey olma bilincini, Cumhuriyet aydınlığını, ilmini armağan eden Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ü ve tüm şehitlerimizi sevgi ve saygı ile anarken, Cumhuriyet'i zihninde ve kalbinde yaşayan, yaşatan ve bunu gelecek nesillere aktaran siz bu büyük millet, bu büyük devlet... Atatürk'ün kurduğu büyük Türkiye Cumhuriyeti ilelebet yaşasın! 29 Ekim kutlu olsun!’ ifadeleri kullandı.
‘Dine karşı gelindiği’ ve ‘ümmetin hedef alındığı’ iddialarında bulunan söz konusu çevreler, TRT yönetimine tepki gösterip Demir'in görevden alınmasını istedi.
18 yıldır TRT çalışanı olan Demir'in bu görüntülerin ardından ekranlardan çekildiği belirtildi.
Bunun üzerine tarihçi – Gazeteci Sinan Meydan’ın,
‘Bizim Cumhuriyetimiz herhangi bir cumhuriyet değildir, bizim Cumhuriyetimiz ümmetten millet, kuldan birey, tebaadan yurttaş yaratan LAİK bir cumhuriyettir.
Atatürk'ün ifadesiyle ‘Cumhuriyetimizin karakteri laiktir.’
Cumhuriyeti korumak, onun laik karakterini korumakla mümkündür…’ paylaşımı da sosyal medyada hızla yayıldı.
Sanıyorum bu konu önümüzdeki hafta içinde haber- kritik programlarında sıkça gündeme gelip konuşulacak.
*- YERLİ ve MİLLİ
Yine en çok konuşulan konulardan biri de ‘Yerli ve Milli’ otomobilimiz TOGG…
Hemen her kafadan bir yorum yapılıyor.
Örneğin;
‘Motoru Alman Bosch, bataryası Çinli Siro, entegrasyonu Alman Edag, şasisi İngiliz Mira, tasarımı İtalyan Prinfarina.’ denilen TOGG için Prof. Dr. Salih Kuk. ‘Hyundai bile TOGG'dan daha Yerli ve Milli…’ diyor.
Ödemişli Dr. Aytun Çıray da, Türkiye’de üretilen yabancı menşeli araçları ve bunlarda kullanılan yerli malzemelerin yüzdelerini paylaştı.
Kendini ‘Özgür Adam’ olarak adlandıran kişinin karşı savı ise şöyle:
‘Medeni Kanunu İsviçre’den, Laikliği Fransa'dan almanın sakıncası yok! Ama Togg'un cıvatası Almanya'dan alırsa yerliliği sorgulanabilir…’
Belki yanıt yani benzetme pek uymamış ama ben de şu örneği vereceğim:
‘Otomotiv yan sanayii bizde öyle ileri ki, hani ‘aynısının tıpkısı’ deriz ya, dünyanın en önemli otomobil firmalarının önemli parçalarını bizim otomotiv sanayicilerimiz yapıyor.
Bunun da bilinmesinde yarar var.
Türklerin, yani bizlerin birçok fabrikamız da hatırlayan ve bilenler vardır söküldü ve yurt dışında bazı ülkelere kuruldu.
Yani olur böyle şeyler…
Önceki yıllardaki yazılarımda ısrarla belirtmiştim.
‘Bir otomobili bizim tamirci ustalarımız bile yaparlar’ diye…
Ve ısrarla iki şey önermiştim…
Birincisi;
Mutlaka ve mutlaka uçak sanayiini geliştirmeliyiz.
Şu anda Çin bu işte başı çekiyor gibi, onunla mücadele etmeliyiz.
Bu konuda her türlü imkanımız var.
Hani Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın bir ara ‘Beş babayiğit arıyoruz’ dediği gibi babayiğitler var…
Bunlara her türlü desteği hem devlet hem de hükümet olarak vermeliyiz.
Ve yine ısrar ettiğim konu ve sektör şuydu:
‘Akü ve pil!’
Biz dayanıklı, uzun ömürlü, güneş enerjisi ya da diğer enerjilerle şarj olan aküleri dünya piyasasına sunduğumuz an, refah ve huzur ayaklarımıza kadar gelir…
Çünkü tüm elektrik ya da enerji ile çalışan otomobillerden uçaklardan tutun da, fabrikalara ve tüm sanayiye, evlerimize kadar gelecek ve kullanılacak olan bu küçük hacimli, uzun ömürlü ve dayanıklı akü ve pillerle olacaktır.
Hatırlatayım:
Ege Üniversitesi’ne ‘Bilgisayarı’ getiren değerli bilim adamı, büyüğümüz Göztepe ve Altınordu’nun kalecilerinden Prof. Dr. Oğuz Manas, ’10 yıl sonra tüm alışverişlerimizi evimizden bilgisayarlardan yapacağız’ demişti…
Bu sözünün belgeleri arşivlerde duruyor.
Ömer Hayyam yıllar önce ne demiş?
‘Karanlık aydınlıktan, yalan doğrudan kaçar.
Güneş yalnız da olsa etrafına ışık saçar.
Üzülme; Doğruların kaderidir yalnızlık.
Kargalar sürüyle kartallar yalnız uçar…’
Ben de ekleyeyim:
Doğru tektir…
Ama şöyle olmamalı!
Yine günün gerçeği;
30 dakikalık aynı uçuş.
Özel havayolu 1,412 lira.
Devletin milli havayolu 5,316 lira.
Cem Bey’in yazdığı gibi;
‘Kapitalizm, serbest piyasa halkı soyar, sömürür, ‘kamucu ekonomi insancıldır!’ diyenlere gelsin.
Rekabet tüketici için hayattır.
Rekabeti de serbest piyasa getirir.
Devlet tekelleri değil!’
Böyle olmamalı…
Bunun benzer bir düşünce tarzını da ‘Et ve Balık Kurumu’nun görevden alınan önceki genel müdüründe görmüştük.
Eti pahalı yaptı ve kendini şöyle savundu:
‘Kuyrukları azaltmak için!’
En iyisi konuyu şöyle bağlayayım, bazıları için:
‘Dürüstlük, kişinin bildiğini söylemekle işine geleni söylemek arasında, yaptığı seçime dayanan bir ahlâk sorunudur…’
Yazmayı unutmuştum, meraklısına duyurayım:
‘TOGG’un ceosu, 6 ay sonra piyasaya çıkacak Yerli ve Milli aracımızın fiyatının bugünden açıklanmasının imkânsız olduğunu verdiği bir söyleşide açıkladı…
Haydi hayırlı olsun…
*- SONUNA KADAR OKUYUN
Bana ileten Çeşme’nin önceki belediye başkanlarından Hacı Nuri Ertan…
‘Paylaşacaksan tamam!’ diyerek Prof. Dr. İlhan Başgöz’un aynı zamanda hayat hikâyesi olan konuyu nakletti:
‘Cumhuriyet yedi büyük savaşın ardından kurulmuştur;
1856 Kırım,1877 Osmanlı Rus, 1892 Yunan, 1911 Trablus, 1912 Balkan,
1914-18 Birinci Dünya Savaşı nihayet 1920-22 Kurtuluş Savaşı…
Bu savaşlardan yalnız sonuncusu zaferle bitmiştir.
Ama bu zafer vatandaştan yalnız canını ve kanını istememiştir. Vatandaştan atını, arabasını, çorabını, kağnısını, keten bezini, pencere demirini alarak bu savaş kazanılmıştır.’
Burada ben de bir saptama yapayım:
Vatandaşa çağrı yapıldı ve büyük çoğunluk gönüllü olarak verdi.
Sonra da karşılığını fazlasıyla aldı…
Bunlar da kayıtlarda bulunuyor.
*- TOPRAK TOHUMSUZ, EVLER ERKEKSİZ
Savaş yılları ülkenin ekonomisini tümden harap etmiş, ekin tarlada çürümüş; toprak tohumsuz, evler erkeksiz kalmıştır.
Kağnıya ve sabana koşulacak hayvan, çiftin sapına yapışacak erkek yokluğunda çifte, hayvan yerine kadınlar koşulmuştur.
Bu çöküş destanlarla anlatılmıştır.
İşte Osmanlının ve köylümüzün hali;
‘Tahsildar da çıkmış köyleri gezer,
Elinde kamçısı fakiri ezer,
Yorganı döşeği mezatta gezer.
Hasırdan serilir çulumuz bizim…
*
Evlat da babanın sözün tutmuyor,
Açım diye çift sürmeye gitmiyor,
Uşaklar çoğaldı ekmek yetmiyor,
Başımıza bela dölümüz bizim.
*
Benim bu gidişe aklım ermiyor
Fukara halini kimse sormuyor
Padişah sikkesi selam vermiyor
Kefensiz kalacak ölümüz bizim…
*- KUMARDA KAYBETTİK!
Ordu, Kanal Bozgunundan’ dönmektedir.
Çul çaput içinde, hasta perişan, vagonlarda çuvallar gibi istif edilmiş, bir asker döküntüsü.
Ak saçlı bir ana, yazması omuzuna düşmüş, saçları darma dağın, bir vagondan ötekine koşarak feryat ediyor:
‘Mehmet'imi gördünüz mü?
Mehmedim nerede?
Mehmedimi gördünüz mü?’
Falih Rıfkı Atay diyor ki:
‘Ana biz senin Mehmedini kumarda kaybettik.’
*- TALİHSİZLİĞE RAĞMEN
Türkiye Cumhuriyeti'nin talihsizliği çökmüş bir ekonomi ve harabeye dönmüş bir memleket üzerine kurulmasıdır.
Büyüklüğü de bundandır.
16 Mayıs 1919’da İstanbul’dan ayrılan Bandırma Vapuru bu çöküşü tersine çevirecek bir umudu taşıyordu.
Bu umudun adı Mustafa Kemal Paşa’dır.
Üçüncü Ordu Müfettişliğine tayin edilen PAŞA İstanbul’dan ayrılıyordu.
Yanında 12 kişiden oluşan Erkan-ı Harbiye’sinden başka kimse yoktu. Karadeniz’in azgın dalgaları ile sarsılan Bandırma vapurunda Mustafa Kemal Paşa arkadaşlarına şunları söylüyordu:
‘Bunlar işte böyle yalnız demire, çeliğe, silah kuvvetine dayanırlar. Bildikleri şey yalnız maddedir!
Bunlar hürriyet uğruna ölmeye karar verenlerin kuvvetini anlayamazlar. Biz, Anadolu'ya ne silah ne cephane götürüyoruz; biz ideal ve iman götürüyoruz!….’
Bandırma vapuru ile bu küçük grup 19 Mayıs 1919’da Samsun'a çıkınca bir şarkı söylüyorlardı:
‘Güneş ufuktan şimdi doğar yürüyelim arkadaşlar…’
O tarihlerde, ufuktan güneşin doğacağını dair hiçbir işaret yoktur.
Tersine memleket bir zifiri karanlıktır.
*- DİĞERLERİ SIRADA İDİ
Adana Fransızlar, Urfa, Maraş, Antep İngilizler tarafından işgal edilmiş, başkent İstanbul İtilaf Devletleri'nin işgalinde, Antalya ve Konya’da İtalyan birlikleri bulunuyor.
Merzifon ve Samsun’da İngiliz askerleri var.
15 Mayıs 1919’da Yunan birlikleri İzmir'e çıkmış; Batı Anadolu’nun verimli topraklarından memleketin kalbine doğru ilerlemekte…
*- ELİMİZDE HİÇ YOK
Dahası var.
Cumhuriyet, memleketin en önemli gelir kaynaklarını yabancı şirketlerin elinde bulmuştur.
Demiryolları, limanlar, önemli tarım ve ticaret alanları, bayındırlık tesisleri, gümrük ve maliye gelirleri büyük batılı şirketlerin elindedir.
Türkiye cumhuriyeti bu şirketleri birer birer satın almıştır…
İzmir-Aydın Demiryolu 2 milyon İngiliz pounduna satın alınınca öğretmenimiz ödev vermişti, sevincimizi dile getirmeliydik.
Ortaokul öğrencisi idim, ödevimin başlığı ‘Demir yolumuz, bağımsızlık yolumuz’ idi.
Tütün Rejisi 4 milyon Frank’a satın alınınca, bu sefer ayınkacılar bayram etmişti.
Ayınkacı tütün yetiştirici demektir.
Köylümüz yetiştirdiği tütünü eşeğine yükleyip, pazara indiremezdi.
Tütün ille de bir yabancı tekele, bu tekelin biçtiği fiyattan satılacaktı. İndirse kaçakçı sayılıyor, ya hapse atılıyor veya tütün kokuları ile çatışıyor ve vuruluyordu.
Bir ayınkacı türküsü şöyle der:
‘Hacılar köyüne bastığım oldu,
Tütünümün dengi yastığım oldu,
Aman dostlar bakın benim çareme,
Tütünün tozunu basın yareme…’
*- EKONOMİK BUHRAN
Cumhuriyet savaşlardan çıkıp da, ekonomik gelişmesine odaklanınca 1930 dünya ekonomik buhranı patlak verir.
Buhranın Türkiye'ye etkisi, tarım ürünleri ve meyveyle sınırlı olan dışsatımı vurması olur.
Buğdayın kilosu 15 kuruştan 3 kuruşa düşer. köylü gelirinin bu kadar düştüğünü gören Mustafa Kemal Atatürk, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne şöyle bir teklifte bulunur:
‘Bizim maaşlarımızla halkın geliri arasında büyük bir fark ortaya çıktı.
Bu cumhuriyet idaremize yakışmaz.
Benim maaşım dâhil milletvekili maaşlarını yüzde elli azaltalım.’
Teklif kabul edilir.
*- EĞİTİLMİŞ İNSANIMIZ YOK
Cumhuriyet ilan edilince memlekette yatırıma harcanacak sermaye ve ekonomik hayatı idare edecek eğitilmiş insan yoktur.
Bu nedenle cumhuriyet ekonomik kalkınmayı devlet eliyle yapmaya karar vermiştir.
Devlet sermayesi ile iki banka Etibank ve Sümerbank kurulmuş, vatandaştan birikimlerini bankaya yatırmaları istenmiştir.
Devletine güvenen vatandaş da elinde avucunda ne varsa bankalara yatırdı…
Ben çamurdan yaptığım kumbarama her hafta babamın verdiği yüz paraları biriktirir, bankaya yaptırırdım.
BU ekonomik kalkınma hamlesi, bir yerli malı seferberliği izlemiştir.
Biz bayramlarda ziyaretçilerimize şeker ve çikolata yerine incir ve fındık ikram ettik.
Çayı Kazova’nın kızıl üzümü ile içtik.
Çünkü şeker dışardan satın alınıyordu…
*- SAVUNMA SORUNU
Cumhuriyet yurdun doğusuyla batısını, güney ve kuzeyini demiryolları ile birleştirmek istemiştir.
Bu bir milli savunma sorunu idi.
Atatürk diyor ki;
‘700 kilometre demir yolumuz var, bir kilometresi bile bizim değil!’
1932 yılında ilk tren Gemerek’e ulaştığında ben istasyonda idim. Halkın tabiri ile kara treni alkışlar ve yaşa var ol sesleri ile karşılaşmıştık.
Hoş bir fıkra var.
İlk tren Erzurum’a varınca Belediye Başkanı nutuk veriyor;
‘Vatandaşlar, Cumhuriyet fabrikalar yaptı. Sanmam ki kâr edeler vallahi de zarar edirler, billahi de zarar edirler.
Otobüsler aldı, yollar düzenledi, sanmam ki kâr ederler.
Bunlar hep sizin içindir.
Cumhuriyet ayağıza kadar tren getirdi bundan sonra iki ayda gittiğimiz İstanbul’a üç günde varacağız.’
O vakit bir vatandaş sorar:
‘Peki biz 57 gün ne yapacağız…?’
Bu güldüğümüz hoş fıkra için ben de bir şey söyleyeyim:
Bunun benzerleri Almanlar tarafından da üretilmiştir.
Örneğin Mercedes Benz hatta Volkswagen ile ilgili…
O fıkralarda da Alman köylüleri sormaktadır;
‘Peki biz o boş zamanlarda ne yapacağız?’ diye…
Editörlerin eklemeleri vardır Alman kitaplarındaki bu benzer hikâyelere, ‘Tabii ki bunlar şaka, yoksa Alman köylüsü böyle düşünmez!’ gibisinden…
Ben de bu hikâye ile birlikte Karşıyaka’da yaşadığını öğrendiğim Almanca öğretmenlerimden Muharrem Taşçılar’ın kulağını çınlattım.
*- TANIĞIN AĞZINDAN
Prof. Dr. İlhan Başgöz’un anlatımına devam edelim:
‘Ben 1929 yılından itibaren Cumhuriyetle beraber iyili kötülü olayların içinde çalkalandım.
Size söyleyeceklerimin bir kısmına ben tanık oldum.
Bunların arasında beni çok etkileyen bir olay var.
Mustafa Kemal Atatürk 1937 yılında Sivas Lisesi'nde benim bulunduğum sınıfa geldi.
Atatürk adı etrafında oluşan efsanenin etkisindeyiz.
Gözleri o kadar kuvvetli imiş ki gözlerine bakan çarpılırmış.
İlkin korka korka, gözlerine bakıyoruz.
Çarpılmadığımızı görünce o mavi gözlere 45 dakika doya doya baktık. Dersimiz hendese idi. (Yani geometri)
Atatürk, dişçinin kızı Saadet'i tahtaya kaldırdı.
Geçen derste müselleslerin nasıl eşit sayılacağını okumuştuk.
Saadet bunun için tahtaya iki müselles çizdi.
Biz o vakit üçgene, müselles derdik.
Saadet müsellesin kenarlarına alfa, beta ve gamma harflerini koydu. Atatürk’ün birden kaşları çatıldı ve Saadet'e, ‘Neden Yunan harfleri kullandığını’ sordu.
Saadet, ‘Hocamız böyle yazdı, ben de onun için kullanıyorum’ deyiverdi.
Matematik hocamız Müdür Ömer Bey sınıfta idi.
Atatürk, aynı soruyu ona sorunca Ömer Bey, topu bakanlığa attı.
Bakanlık bir kitap göndermişti, onda bu harfler kullanılmıştı.
Atatürk kitabı istedi o sayfayı buldu, yırtıp yere attı.
Sonra gidip parmakları ile Yunan harflerini sildi yerine ‘ABC’ yazdı.
Bize;
‘Arkadaşlar Türk Alfabesi matematik terimlerini de ifade etmeye yeterlidir.’ dedi.
Aradan bir hafta geçmeden ‘ABC’li yeni kitabımız’ geldi.
Atatürk Dilin Sadeleşmesine ve halkın, aydınların dilini anlamasına çok önem verirdi…
*- KAYIP ATATÜRK!
Halkçılık onun inanışında kuru bir slogan değildi.
Halkın arasına karışmaktan çok hoşlanırdı.
Bir gece Atatürk kayıp!
Polis ve jandarma seferber olmuş her tarafı aramış taramışlar.
Atatürk yok.
Sabaha yakın onu Samanpazarı'nda bir kahvede, halka karışmış, zeybek oynarken bulmuşlar… ‘
Değerli okuyucularım;
Bu konuşma Şikago Başkonsolosluğunda düzenlenen törende Sayın Prof. Dr. İlhan Başgöz, tarafından yapılacakken rahatsızlanması nedeniyle Başkonsolos Umut Acar tarafından izleyenlere okunmuştur…
Bu yazıyı okuyanların kendi sosyal medya hesaplarından yayınlamasını
*- BELKİ BİRİLERİ ÇIKAR
Gamze Çakır, iletişim ajansı oldukları, Doğal Afet Sigortaları Kurumu’nun (DASK), 30 Ekim İzmir Depremi'nin yıl dönümü ile ilgili açıklamasını gönderdi.
İzmir’de hem Büyükşehir Belediyesi, hem de Valilik ayrı ayrı törenler ve anmalar düzenlediler.
Depremzedelerin birleşerek kurdukları dernek de seslerini duyurmak için çırpınıp duruyorlar.
Ben Gamze Çakır’ın bültenini paylaşmak istiyorum çünkü 30 Ekim 2020’de İzmir'de meydana gelen 6,6 büyüklüğündeki depremin yıl dönümünde acımız hâlâ taze.
Depremde hayatını kaybedenlere Allah'tan rahmet diliyoruz.
Doğal Afet Sigortaları Kurumu’nun (DASK) yöneticileri şöyle diyorlar:
‘Doğal afetler sonrasında en büyük önceliğimiz, sigortalılarımızın hayatlarına devam etmelerine destek olmak ve ödemelerini en hızlı şekilde yapabilmektir.
Tüm planlamalarımızı ve çalışmalarımızı bu önceliklere uygun şekilde yürütüyoruz.’
Aklımdan bazı sorular geçerken açıklama şu şekilde sürüyor;
‘30 Ekim 2020’de yaşadığımız İzmir Depremi sonrasında hasar tespit çalışmalarına başlamak ve bir an önce vatandaşlarımıza ihtiyacı olan desteği sunabilmek için deprem bölgesindeydik ve vatandaşlarımızın ödemelerini ivedi bir şekilde yapmaya başladık.
DASK olarak sorumluğumuzun farkındayız ve bunun için tüm gücümüzle çalışmaya devam ediyoruz.
Sigorta bilinci ve finansal güvencenin tüm nesillere anlatılması ve bunların öneminin tüm vatandaşlarımızca kavranması için projelerimize ve çalışmalarımıza tüm hızıyla devam edeceğiz.’
*- 22 YIL OLMUŞ
‘DASK’ın kuruluşundan bugüne geçen 22 yılda, Türkiye genelinde Zorunlu Deprem Sigortası poliçesi sayısı 11 milyona ulaşırken, artık her iki evden biri depreme karşı finansal güvenceye sahip.
Hedefimiz, %100 sigortalılık oranına ulaşmak ve tüm vatandaşlarımızı depreme karşı finansal güvence altına almak.
Bu hedef ile, tüm vatandaşlarımıza Zorunlu Deprem Sigortalarını yaptırmalarını ve süresi dolan poliçelerini yenilemelerini hatırlatıyoruz.’
'Doğal Afet Sigortaları Kurumu (DASK)' adına gönderilen açıklama ve bilgilendirme için teşekkür ediyorum.
Ama ben bir de zorunlu trafik sigortasından söz etmek istiyorum.
Kısa süre önceye kadar, ‘Kaskoya gerek yok!’ diye bu sigortayı destekliyordum.
Çünkü kazazedelerin karşısına çıkarılan zorluklarla ilgili çok yakınma almıştım.
Ama bizzat yaşadım…
Özellikle İstanbul’daki tüm bilirkişilerin acilen değiştirilmelerinin gereğine inanıyorum.
Şikayetin bini bir para!
Şu kadarını söyleyeyim:
Ehliyeti olan herkes bilir!
‘Arkadan çarpan araç hatalıdır’ diye…
Ama uygulamada böyle mi?
Tali yoldan ana caddeye çıkan, frenleri tutmayan, saat 10.00’dan önce bu caddeden geçmesi yasak olduğu için ayrıca trafik cezası yiyen dev hafriyat kamyonu yüzde 100 haklı çıkar mı?
Bilirkişine (!) göre böyle…
Dedikleri şu:
‘Ağır yük taşıyan kamyonların kör noktası vardır. Şoför görmemiş olabilir..’
Eee…
Plakan ’35’ yani İzmir ise arkadan, arka yandan da çarpan her zaman haklıdır!
Bunların yöneticileri, şefleri, denetleyenleri yok mu?
İzmirli olmak suç mu?
Kamyon sürücüsü kendini şöyle savunuyor;
‘Kör noktam olduğu için görmedim!’
Kardeşim sen aracın benzin deposu ya da arka bagajını kör nokta diye görmedin, kabul..
Ama arka kapının önünü, aracın ön kaputunu ve şoförünü bulunduğu yeri görmedin mi?
Bunu da bırakalım;
Çarptıktan sonra neden durmuyor, korna ve sesli uyarılara ‘Kamyonlarda duyulmaz!’ diye kendini savunuyorsun…
O zaman bu kamyonların trafiğe çıkmasına nasıl izin veriliyor?
Yani soru çok…
Ama anlatacağınız makam yok!
Bir yetkili buldunuz mu, yanıt basit;
‘Mahkemeye git!’
Bu konu çok önemli…
Milyonlarca insanı ve sürücüyü ilgilendiriyor…
Arada anlatacağım…
Dillendireceğim..
Belki duyarlı birileri çıkar…
*-
Yorumlar
Yorum Gönder