ÜZERİMİZDEKİ AĞIRLIKLARI ATMALIYIZ

YAŞAR EYİCE *- SU DOLU BARDAĞIN ÖNEMİ! Üniversite akademisyen elindeki dolu su bardağını öğrencilere gösteriyor ve soruyor: ‘Bu bardak ne kadar ağır?’ Sıradakilerden değişik yanıtlar geliyor… Aynı soruyu siz de değişik guruplara sorun bakın, benzer yanıtlar alacaksınız, birbirine yakın… Hatta isterseniz, en yakın değeri bulması için bazılarına tutturabilirsiniz de… Yarışma programlarında olduğu gibi… Yanıtları dinledikten sonra konuşmacı yani öğretmen şöyle diyor: ‘Bardağın mutlak ağırlığı önemli değil! Ne kadar dayanacağınız önemli! Bir dakika tutarsam, tutarsanız hiçbir şey olmaz, Bir saat tutarsam kolum ağrımaya başlar, Bütün gün tutarsam kolum uyuşur ve felç olur! Bardağın ağırlığı değişmiyor; Ama ne kadar uzun tutarsam, o kadar ağır olur, ağırlaşır!’ Bu anlatılanı özellikle kadınlar, yaşlılar ve çarşı, Pazar alışverişi yapanlar çok iyi bilir… Eve yaklaştıkça, yokuş çıkıyor gibi olursunuz… Kollarınızın, hatta bacaklarınızın sizi ve filelerinizdekini taşıyamayacak hale gelir, arada ‘soluklamak’ dediğimiz duruş molaları veririz. Şimdi asıl konuya gelelim: *- STRES ve KAYGILARLA BİRLİKTE… Hayatın stres ve kaygıları da az önce bir örnek olarak yazdığım ‘su dolu bardak’ gibidir! Bunları biraz düşünürseniz sorun pek yoktur… ‘Hadi canım!’ der geçer gidersiniz… Ama ne bileyim, ekonominizi, evinizi, ailenizi, yakınlarınızı biraz daha fazla düşünmeye başlarsanız; içiniz, canınız yanmaya başlar… Uzun sürü düşünmeye, gün boyu düşünmeye başlarsak, hiçbir şey yapamayacak duruma düşeriz, güçsüz olduğumuzu düşünerek, bir noktada felç oluruz… Her zaman bunu anımsa… Bardağı yani bunları bırak! Ben eğitmenin bu dersine şunları da ilave etmek istiyorum: Her sabah ‘Günaydın’ diyerek günümüze işimize başladıktan sonra, içimizdeki, yanımızdaki, üzerimizdeki ağırlıkları, bizden beslenenleri, bizden bir şekilde yararlananları, koltuklarını koruyanları da atmalıyız… ‘Dostum’ diyen, ‘arkadaşım’ diyen sahtekarlara, ‘Seni seviyorum’ diyen, ‘Sensiz olmaz’ diyen üçkağıtçılara sakın inanmayın… Yoksa yaşamınız boyunca bunların ağırlığını taşır, altında kalır, ‘Sensiz olmaz!’ diye başımıza taç yaptıklarımızın bir hiç olduklarını gördüğümüzde iş işten geçmiş olur… Özetle; silkeleme zamanı yarın değil, şimdi… Hemen… Biraz düşün, biraz oku, biraz kendini dinle bunları bulacaksın ve kendine güvenin varsa ‘Güle güle!’ diyeceksin… Yoksa! Yoksa sen bilirsin… Bizim önemli bir sözümüz var; ‘Kendi düşen ağlamaz!’ *- HER ŞEY YOLUNDA MI? Bornovalı önemli isimlerden biri de Ahmet Cun’dur… Sporculuğunun, siyasetteki yerinin, girişimciliğinin yanı sıra araştırmacılığı ve ‘canlı sevgisi’ ile bilinen, yüzünden gülümseme hiç eksik olmayan Ahmet Cun, neredeyse dünya klasikleri arasına giren bir hikâyeyi anımsatmış… Ahmet Cun Bornova’nın Giritli kökenlilerinden Bir süre önce Girit’e gitti ve oradaki akrabalarını buldu… Filmlere, kitaplara konu olacak kadar maceralı çalışmalarını bir gün, Özdere sahillerinde yürüyüş yaparken Mehmet Gülperçin ile bulur ve anlatmasını isterim. ‘Adamın biri, güneşli bir gün ilk defa gittiği küçük bir kasabada şaşkın şaşkın gezinirken yol kenarında duran bir arabanın yanına sokulmuş ve arka koltukta tek başına oturan çocuğa: ‘Buraların yabancısıyım; Parkın hemen yanı başındaki fırını arıyorum, çok yakın olduğunu söylediler, yerini biliyor musun?’ diye sorar… Çocuk; arabanın penceresini iyice açtıktan sonra, ‘Ben de buraya ilk defa geliyorum!’ der ve ekler: ‘Ama sağ tarafa gitmeniz gerekiyor herhalde!..’ Adam, çocuğun da yabancı olmasına rağmen bunu nasıl anladığını, sorar… Çocuk, ‘Ihlamur çiçeklerinin kokusunu duymuyor musunuz?’ diyerek gülümser… ‘Kuş cıvıltıları da oradan geliyor zaten!’ ‘İyi ama’ demiş adam, ‘Bunların parktan değil de, tek bir ağaçtan gelmediğini nereden biliyorsun?’ Çocuk anlatır: ‘Tek bir ağaçtan bu kadar yoğun koku gelmez! Üstelik manolyalar da katılıyor onlara… Hem biraz derin nefes alırsanız, fırından yeni çıkmış ekmeklerin kokusunu da duyacaksınız…’ Adam, gözlerini hafifçe kısarak denileni yaptıktan sonra, teşekkür etmek için döndüğünde fark etmiş çocuğun kör olduğunu. Çocuk ise, konuşurken bir anda sözlerini yarıda kesmesinden anlamış, adamın kendisini fark ettiğini... Çocuk, ışığa hasret gözlerini ondan saklamaya çalışırken, ‘Üç yıl önce bir kaza geçirmiştim!’ demiş,.. ‘Görmeyi o kadar çok özledim ki! Sizinkiler sağlam öyle değil mi?’ diye sormuş… Adam, çocuğun tarif ettiği yerde bulunan fırına yönelirken, ‘Artık emin değilim!’ demiş. ‘Emin olduğum tek şey, senin benden iyi gördüğündür.’ SONUÇ, yaşamımızda; “Gösterdim, ‘gördü’ anlamına gelmez!” “Söyledim, ‘duydu’ anlamına gelmez!” “Duydu, ‘Doğru anladı’ anlamına gelmez!” “Anladı, ‘Hak verdi’ anlamına gelmez!” “Hak verdi, ‘İnandı’ anlamına gelmez!” “İnandı, ‘Uyguladı’ anlamına gelmez!” “Uyguladı, ‘Sürdürecek’ anlamına gelmez!” Ne mutlu Akıl gözü ile gönül gözünü birleştirip, farkında olanlara... Dünyada ‘çiçek, çocuk ve kuş olduğu sürece’ korkma; Her şey yolunda demektir. *-

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

ACİLDEN DE ÖNCELİKLİ

OKULUN DUVAR GAZETESİNDE ATATÜRK

NEREDEYSE İÇ ÇAMAŞIRLARINI BİLE ALACAKLAR